9 Mart 2011 Çarşamba

George Washington'ın takma dişleri neyden yapılmıştı?

Büyük ölçüde hipopotamdan.

Washington dişlerinden muzdaripti. John Adams'a göre, Washington, dişleriyle Brezilya kestanesi kırdığı için dişlerini kaybetmişti; bununla birlikte, günümüzdeki tarihçiler bunun nedeninin muhtemelen, çiçek ve sıtma gibi hastalıkları tedavi etmek için kendisine verilen cıva oksit olduğunu ileri sürüyor.

Washington ilk dişini 22 yaşındayken kaybetti ve başkan olduğu zaman yalnızca bir dişi kalmıştı. Washington'un bir sürü takma dişi oldu; bunların dört tanesini John Greenwood adlı bir dişçi yaptı.

Yaygın kanının aksine bu takma dişlerden hiçbiri tahtadan yapılmadı. Washington başkan olduğu zaman yapılan takma diş, hipopotam ve fildişinden oyularak altın yaylarla tutturuldu. Hipopotam dişi, takma damak kısmında kullanıldı ve buraya gerçek insan dişi ile az miktarda at ve eşek dişi eklendi.

Diş sorunları Washington'a sürekli rahatsızlık veriyordu, bu yüzden afyon tentürü kullanıyordu ve çektiği acı, Washington'un başkanlık ofisindeyken çizilmiş portrelerinin çoğuna yansımıştı -şu anda halen kullanımda olan bir dolarlık banknotun üzerindeki resim de buna dahildir.

Ağzı hipopotam dişiyle dolu bir adamın aksi bakışlarının, Başkan'la arası iyi olmayan portreci Gilbert Stuart tarafından kasıtlı olarak abartıldığı sanılıyor.

Kaliteli takma dişler başka bir insanın dişlerinden yapılıyordu

Modern sentetik maddelerin icadına kadar, kaliteli takma dişler başka bir insanın dişlerinden yapılıyordu ama bunları edinmek zordu. Ayrıca bu dişler, çürükse ya da önceki sahibinde frengi varsa dökülebiliyordu.

Doğru dürüst takma dişlerin en iyi kaynağı ölmüş (ama ölmeden önce sağlığı yerinde olan) genç insanlardı ve bunları bulmanın en iyi yolu savaş alanıydı.

Ölen askerlerin dişleri yağmalandı

Bu savaş alanlarından biri Waterloo'ydu; bu savaşta 50.000 kişi öldü ve ölenlerin dişleri takma diş piyasasında satılmak üzere topluca yağmalandı. Bu olaydan sonra takma dişler yıllarca (başka bir yerden geldikleri zaman bile*) "Waterloo dişleri"* diye bilindi.

Takma dişlerin yapımında gerçek insan dişleri, Amerikan İç Savaşı'nın bereketli bir kaynak sunduğu 1860'lara kadar kullanıldı.

Yapay takma diş 19. yüzyılın sonunda ortaya çıktı. Denenen ilk maddelerden biri selüloitti, ama bunda belirgin bir başarı elde edilemedi.

Selüloitten yapılan takma dişlerin tadı pinpon topununkine benziyordu ve sıcak çay içtiğinizde eriyordu.

İglolarda kim yaşar?

Muhtemelen artık kimse yaşamaz.

"İglo" (ya da iglu) kelimesi İnuitçede (Eskimo dili) "ev" anlamına gelir. İgloların çoğu taştan ya da hayvan derisinden yapılır.

Kardan yapılan iglolar, Thule halkının {İnuklerin öncülleri) hayat tarzının bir parçasıydı ve orta ve doğu Kanada'da çok yakın bir tarihe kadar kullanılıyordu.

*Yalnızca Kanada Eskimoları igloları kardan yapıyordu*

Bunları Alaska'da hiçkimse bilmiyordu. 1920'lerde yapılan nüfus sayımı sonucunda Grönland'da yaşayan 14.000 Eskimodan ise yalnızca 300'ü kardan yapılmış bir iglo görmüştü. Günümüzde bunlardan çok az kalmıştır. Avrupalıların gördüğü ilk iglolar, Martin Frobisher'in 1576'da Kuzey-Batı Geçidi'ni aradığı sırada Baffin Adası'nda karşılaştıklarıdır. Frobisher bir Eskimo tarafından kalçasından vurulunca, adamları birkaç İnuit öldürüp, birini esir aldı ve Londra'ya götürdü. Bu İnuit burada bir hayvan gibi sergilendi.

ABD'de Colorado eyaletinin Denver şehrindeki bir gazete 1920'lerde belediye binalarının önüne kardan yapılmış bir iglo dikti. Yanına birkaç Ren geyiği konulan bu iglonun önünde durup ziyaretçilere Alaska'da kendisinin ve diğer Ren geyiği çobanlarının bu tip evlerde yaşadığını anlatması için de Alaskalı bir Eskimo tuttu. Aslında bu Eskimo kardan yapılmış iglolan bir tek filmlerde görmüştü.

Kuzeydoğu Grönland'daki Thule'de ise tam tersine, yerliler iglo inşa etmekte o kadar uzmandılar ki, uzun karanlık kış mevsimleri boyunca düzenlenen dans, şarkı ve güreş yarışmaları için buzdan geniş koridorlar yaptılar.

Bu topluluk o kadar soyutlanmıştı ki, 19. yüzyılın başına kadar, dünyada yaşayan tek halkın kendileri olduğunu düşünüyorlardı.

Dünyanın en büyük şehri hangisidir?

 a. Mexico City

b. Sao Paolo

c. Mumbai

d. Honolulu

e. Tokyo

Bu tuzak bir soru olsa da, yanıt Honolulu'dur.

Hawaii eyaletinde 1907'de çıkarılmış bir yasaya göre Honolulu Şehri ve Honolulu İdari Bölgesi (County) aynı yeri ifade eder. Bu idari bölge, Honolulu şehrinin bulunduğu Oahu adasının geri kalanının yanısıra, Büyük Okyanus'ta 2400 km boyunca uzanan Kuzeybatı Hawaii adalarının kalanını da kapsar.

Bu da Honolulu'nun 5509 km2'yle en büyük yüzölçümüne sahip şehir olduğu anlamına gelir; ama bu şehrin nüfusu yal-nızca 876.156'dır. Şehrin yüzde 72'si deniz suyuyla kaplıdır.

Dünyanın en kalabalık şehri, 12,8 milyonluk nüfusu ve 440 km²'lik yüzölçümüyle Mumbai'dir: Km² başına 29.042 kişi! Eğer bütün anakent alanı dahil edilirse en kalabalık şehir, 3.500 km² üzerinde yaşayan 35,2 milyon kişiyle Tokyo olur.

Honolulu, Hawaii eyaletinin başkentidir, ama Hawaii adasında değildir. Çok daha küçük, ama nüfus yoğunluğu çok daha fazla olan Oahu adasında yer alır. Hawaii büyük nüfus merkezlerinin en ıssızıdır.

Havvaii Takımadası'ndaki adalar dünyanın en büyük dağ silsilesinin çıkıntı yapan tepeleridir. Hawaii kahve yetişen tek ABD eyaletidir. Dünyada yetişen ananasların üçte birinden fazlası Hawaii'den gelir ve kişi basma en çok konserve eti Hawaii'liler tüketir: Yılda yedi milyon teneke.

Konserve etin bu kadar yaygın olmasının sebebi bilinmiyor, ama muhtemelen İkinci Dünya Savaşı sırasında adada çok sayıda Amerikan askeri bulunmasından ve bir hortum sırasında konserve etin çok kullanışlı olmasından kaynaklanmaktadır. Kızarmış konserve etli pilav bir Hawaii klasiğidir.

Kaptan Cook, Hawaii adalarını 1778'de keşfetti ve sponsoru Kont Sandwich anısına buranın adını Sandwich adaları olarak değiştirdi. Cook 1779'da Hawaii'de öldürüldü.

19. yüzyılın başına gelindiğinde bu adalar Hawaii Krallığı diye biliniyordu. Hawaii 1900'de ABD topraklarına dahil edilmesine ve 1959'da ABD'nin 50. eyaleti olmasına rağmen, bayrağında Birleşik Krallık'ın bayrağını taşıyan tek ABD eyaletidir.

Amerika adını nereden almıştır ?

 İtalyan tüccar ve haritacı Amerigo Vespucci'den DEĞİL, Galli ve zengin bir Bristol tüccarı *Richard Ameryk*'ten almıştır. Ameryk, John Cabot'un (1497 ve 1498'de gerçekleştirdiği yolculuklar daha sonra Britanya'nın Kanada üzerindeki hak iddialarına temel oluşturan İtalyan denizci Giovanni Caboto'nun İngiliz'cesi) ikinci transatlantik yolculuğundaki baş sermayedardı. Cabot 1484'te Cenova'dan Londra'ya gitti ve Kral VII. Henry'den batıdaki bilinmeyen toprakları araştırma izni aldı.

Cabot, küçük gemisi Matthew'le Mayıs 1497'de Labrador'a ulaştı ve Amerika toprağına ayak basan ilk Avrupalı oldu: Vespucci'den iki yıl erken davranmıştı.

Cabot, Nova Scotia'dan Newfoundland'a kadar Kuzey Amerika kıyı şeridinin haritasını çıkardı. Richard Ameryk yolculuğun baş sponsoru olarak keşiflere kendi adının verilmesini bekleyecekti. O yıl Bristol yıllığında şöyle bir not vardır: *"... Vaftizci Yahya Günü'nde [24 Haziran] Amerika toprağı, Mathew adlı bir Bristol gemisiyle Bristollü tüccarlar tarafından  bulundu."* Bu not neler olup bittiğini gayet iyi açıklıyor.

Bu yıllığın orijinal el yazması mevcut olmamasına rağmen, günümüze ulaşan diğer belgelerde bu metne bir dizi referans vardır. Bu, yeni kıtadan bahsedilirken "Amerika" tabirinin ilk kullanılışıdır.

Bu adı kullanan ve günümüze ulaşan en eski harita, Martin Waldseemüller'in 1507 tarihli büyük dünya haritasıdır; ama bu harita sadece Güney Amerika'yı gösteriyordu. Waldse-emüller notlarında  Amerika isminin, Amerigo Vespucci'nin adının Latince versiyonundan türetildiğini varsaydı, çünkü Vespucci 1500-1502 arasında Güney Amerika kıyısını keşfedip buranın haritasını çıkarmıştı.

Bu durum, onun emin olmadığını ve diğer haritalarda (muhtemelen Cabot'nunkinde) görmüş olduğu bir ismin kökenini açıklamaya çalıştığını akla getiriyor, "Amerika" adının bilindiği ve kullanıldığı tek yer Bristol'dü -
Fransa'da yaşayan Waldseemüller'nin gitmesi muhtemel olan bir yer değildi. Waldseemüller anlamlı bir biçimde, 1513 tarihli dünya haritasında "Amerika"yı "Terra Incognita [Bilinmeyen Topraklar]" olarak değiştirdi.

Vespucci Kuzey Amerika'ya hiç varamadı

Yapılan ilk haritalar ve ticaret İngilizler tarafından gerçekleştirildi. Yaptığı keşif sırasında "Amerika" adını da kullanmadı.

Bunun için geçerli bir neden daha var. Yeni ülkelere ya da kıtalara hiçbir zaman bir kişinin adı verilmemiştir; buralara daima bu kişinin soyadı verilmiştir (Tazmanya, Van Diemen Toprakları ya da Cook Adalari'nda olduğu gibi).

Eğer İtalyan kaşif buraya bilinçli olarak kendi adını vermiş olsaydı, Amerika'nın adı "Vespucci Toprağı" (ya da Vespuccia) olacaktı.

Su, küvet deliğinden hangi yönde boşalır?

a.Saat yönünde

b. Saat yönünün tersine

c. Hiçbir yere sapmadan dümdüz

d. Duruma göre değişir

Duruma göre değişir.

Banyodaki suyu sarmal biçimde sürükleyen şeyin -Dünya'nın dönmesi sonucu oluşan- Coriolis kuvveti olduğu şeklindeki yaygın kanı doğru değildir.

Coriolis kuvveti, kasırga ve okyanus akıntıları gibi büyük çaplı ve uzun süreli hava olaylarını etkilemesine rağmen, evlerdeki su tesisatına etkide bulunmak için fazlasıyla zayıf kalır. Suyun boşalma yönünü küvetin şekli, küvetin hangi yönden doldurulduğu ve küveti yıkarken ya da tıkaç çekildiğinde oluşan girdaplar belirler.

Küçük bir su giderine ve suyu sarsmadan çekilebilen bir tıkaca sahip tam simetrik bir tencere suyla doldurulup, sudaki hareketin tamamen durulması için bir hafta civarı bekletilirse, ilkesel olarak küçük bir Coriolis etkisi fark etmek mümkün olabilir; bu Coriolis etkisi kuzey yarımkürede saat yönünün tersine doğruyken, güney yarımkürede saat yönündedir.

Bu yanlış kanıya, Michael Palin'in Pole-to-Pole [Kutuptan Kutba] adlı belgesel dizisinde yer bulmasından ötürü bir nebze inanılmıştır. Bu dizide Kenya'nın Nanyuki şehrindeki bir şovmen bu etkinin varlığını Ekvator'un her iki tarafında kanıtladığını iddia ediyordu; ama bu etkinin varolduğunu varsaysak bile belgeseldeki kanıtlama girişimi, dolaşımın yönünü yanlış yönde gösteriyordu.

Su ne renktir ?

 Alışıldık cevap suyun rengi olmadığıdır; su "şeffaf" ya da "saydam"dır ve denizin mavi görünmesinin tek sebebi gökyüzünün denizin üzerine yansımasıdır.

Yanlış.

Su aslında mavidir.

Son derece soluk bir tonudur, ama mavidir. Bunu doğada, kardaki derin bir deliğe ya da donmuş bir şelalenin kalın buzlarının içine baktığınızda görebilirsiniz. Çok büyük ve çok derin beyaz bir havuzu suyla doldurup içine baktığınızda, su mavi görünecektir.

Bu soluk mavi ton, suyun içine değil ama suya baktığımızda, bazen neden şaşırtıcı bir biçimde mavi renk aldığını açıklamaz. Gökyüzünden yansıyan renk kesinlikle önemli bir rol oynar. Bulutlu bir günde deniz tam olarak mavi görünmez. Ama gördüğümüz ışığın tamamı suyun yüzeyinden yansımaz; bu ışığın bir kısmı yüzeyin altından gelir. Su ne kadar bulanıksa, o kadar çok renk yansıtır.

Denizler ve göller gibi büyük su kütleleri genellikle son derece yoğun bir biçimde mikroskobik bitki ve su yosunu içerir. Irmaklar ve göletler son derece yoğun bir biçimde toprak ve diğer katı asıltıları içerir. Bütün bu parçacıklar, suyun yüzeyine geri dönen ışığı yansıtıp dağıtarak gördüğümüz renklerde büyük sapmalara neden olurlar. Parlak mavi bir gökyüzünün altında bazen göz kamaştırıcı yeşil bir Akdeniz görmemizin sebebi budur.

Bekaret kemeri ne işe yarar ?

Haçlı Seferi'ne katılan bir askerin karısına bekaret kemeri bağlayıp anahtarını da boynuna asarak savaşa gittiği kanısı, okurları heyecanlandırmak için tasarlanmış bir 19. yüzyıl fantezisidir.

Ortaçağ'da bile bekaret kemeri kullanıldığına dair pek az kanıt vardır. Bekaret kemeriyle ilgili bilinen ilk çizim 15. yüzyıla aittir. Konrad Kyeser'in Belltfortis'i (Savaşma Gücü) Haçlı Seferleri'nin sona ermesinden çok sonra, çağdaş askeri donanım üzerine yazılmış bir kitaptı. Kitapta Floransalı kadınların giydiği "sağlam demir külot"un bir çizimi yer alıyordu. Kemerin kontrolünün erkekte değil, (Floransalı züppelerin istenmeyen ilgisinden korunmak için) kadında olduğu anlamına gelmektedir. Müzelerdeki koleksiyonlarda, "Ortaçağ'daki" bekaret kemerlerinin çoğunun gerçekliğinin şüpheli olduğu görüldü ve bunlar gösterimden kalktı. Muhtemelen bu bekaret kemerlerinin çoğu, tıpkı "Ortaçağ'daki" işkence aletleri gibi, 19. yüzyılda Almanya'da "uzman" koleksiyoncuların merakını gidermek için yapıldı.

Aynı zamanda 19. yüzyılda yeni bekaret kemerlerinin satışında bir artış görüldü; ama bunlar kadınlar için değildi.

Viktorya dönemi tıp kuramına göre mastürbasyon sağlığa zararlıydı. Ellerinin rahat durmayacağı düşünülen erkekler bu faydalı çelik külotları giymeye zorlanıyordu. Ama satışlardaki asıl patlama, "sex shop"ların büyüyen bağlama fantezisi piyasasından yararlanmasıyla birlikte, son 50 yılda yaşandı. Günümüzde, Ortaçağ'dakinden çok daha fazla bekaret kemeri var. Paradoksal biçimde, seksi önlemek için değil, uyarmak için varlar.

Ay'la ilgili 10 komplo teorisi

Ay'la ilgili 10 komplo teorisi 40 yıl önce başlayan Ay seferinin aldatmaca olduğuna inanan komplo teorisyenlerinin öne sürdüğü en yaygın 10 neden...

1- Astronotlar Amerikan bayrağını diktiklerinde bayrak dalgalanıyor. Ay’da rüzgar yok.

2- Apollo astronotları tarafından Ay’ın yüzeyinden çekilen fotoğraflarda yıldızlar görünmüyor.

3- Fotoğraflarda Ay’a inen modülün yaratması gereken krater görünmüyor.

4- İniş modülünün ağırlığı 17 tondu ve kum üzerinde hiçbir iz bırakmadan duruyordu. Halbuki hemen yanıbaşında astronotların kumdaki ayak izlerini görmek mümkündü.

5- Nem ve güçlü yer çekiminin bulunmadığı Ay’ın yüzeyindeki ince kumdaki ayak izleri beklenmedik bir şekilde iyi çıkmış. Adeta ıslak kumda yapılmış gibi duruyor.

6- İniş modülü Ay’ın yüzeyinden ayrıldıktan sonra roketten çıkması gereken alev görünmüyor.

7- Filmi hızlı oynattığınızda Ay’ın yüzeyinde yürüyen astronotların aslında yeryüzünde yürüdüklerini ve filmin daha sonrra yavaşlatılmış gibi olduğu görülüyor.

8- Van Allen radyasyon kuşağından çıkan radyasyona maruz kalan astronotların ölmüş olması gerekirdi.

9- Ay’dan getirilen kaya parçaları Antarktika’ya yapılan bilimsel keşif gezilerinden toplanan kaya parçaları ile aynı.

10- Ay’a yapılan altı iniş de Nixon yönetimi sırasında oldu. Aradan geçen 40 yıl içersinde kaydedilen hızlı teknolojik gelişmelere karşın başka hiçbir ulusal lider Ay’a astronot indirdiğini iddia etmedi.

Roma imparatorları bir gladyatörün ölüm emrini nasıl verirlerdi?

Başparmaklarını yukarı kaldırarak diye biliyorsanız yanılıyorsunuz...

Romalılar "başparmakları aşağıda duracak şekilde" bir işareti hiç kullanmadılar. Ne gladyatörün öldürülmesini isteyen Romalı seyirciler başparmaklarını aşağı indirirdi ne de bu ölüme izin veren Ro-ma İmparatorları. Aslında Romalılar "başparmakları aşağıda duracak şekilde" bir işareti hiç kullanmadılar.

Bir gladyatörün öldürülmesi istendiğinde başparmak yukarı kaldırılırdı - tıpkı kınından çekilmiş kılıç gibi. Kaybeden bir gladyatörün canının bağışlanması için başparmak, sıkılmış yumruğun içine sokulurdu - kınına sokulmuş bir silah gibi. Bu durum Latincede pollice compresso favor iudicabatur (iyilik yapma kararını içerde tutulan başparmak verir) şeklinde ifade edilirdi.

Ridley Scott Tablodan esinlendi

Ridley Scott Gladyatörü yönetmeyi kabul etmeden önce Hollywood yöneticileri kendisine, 19. yüzyıl ressamı Jean-Leon Gerome'un Pollice Verso adlı tablosunu gösterdiler.

Tabloda, imparator ölüm cezasını vermek için başparmağını aşağıya doğru uzatırken Romalı bir gladyatör bekliyor. Scott resimden çok etkilendi ve derhal filmi yönetmesi gerektiğine kanaat getirdi.

Scott, esin kaynağının bütünüyle yanlış olduğundan bihaberdi. Son iki yüzyılın en büyük yanılgılarından birinin ("aşağıyı gösteren başparmakların" ölümü işaret ettiğinin) tek sorumlusu bu tabloydu.

Ressam deyimi yanlış anlamıştı

Tarihçiler şu konuda fikir birliğine varmıştır: Gerome büyük bir yanılgıyla, Latincedeki pollice verso ("çevrilmiş başparmak") ifadesinin "aşağıya çevrilmiş" anlamına geldiğine hükmetti; halbu ki bu ifade "yukarı çevrilmiş" anlamına geliyordu.

Bu konuda daha fazla kanıt sunmak gerekirse, 1997'de Fransa'nın güneyinde bulunan MS 2. ya da 3. yüzyıldan kalma bir madalyon gösterilebilir. Bu madalyon, bir dövüşün sonundaki iki gladyatörle, sıktığı yumruğunun üzerine başparmağını bastıran bir hakemi gösteriyordu. Madalyonun üzerinde şunlar yazılıydı: "Ayakta kalanlar serbest bırakılmalıdır."

Başparmak bölgeye göre farklı anlamlarda kullanılıyor

Başparmak işaretlerinin kullanılması günümüzde hâlâ, tehlikeli bir biçimde muğlak olabilir. Ortadoğu'da, Güney Amerika'da ve Rusya'da "başparmağın yukarı kaldırılması", batıdaki zafer işareti gibi, çok ağır bir hakaret olarak anlaşılır. Bu durum Irak'ta sorunlu bir hale büründü: Amerikan askerleri, Iraklıların kendilerini hoş mu karşıladığını, yoksa kendilerine ateş mi püskürdüklerini bilemediler.

Çıplak Maymun kitabının yazarı Desmond Morris, "başparmağın yukarı kaldırılması" nın Britanya'daki olumlu çağrışımlarını Ortaçağ'a dayandırıyor; bu işaret bir işte anlaşmaya varıldığında kullanılıyordu. Başparmağın yukarı kaldırılması, II. Dünya Savaşı'nda ABD Hava Kuvvetleri'ne mensup pilotların bu işareti kalkıştan önce havaalanındaki mürettebata sinyal vermek için kullanmasıyla yeni bir anlam kazandı.

Ridley Scott'a en sonunda bu yanılgıdan bahsedildi ama o, "seyircilerin kafasını karıştırmamak için", Maximus'un canını bağışlarken Commodus'un "başparmağını yukarı" kaldırttı.

Uyumazsak ne olur ?

Hayatımızın 1/3’ü uyumakla geçiyor. Napolyon ve Florence Nightingale bir gecede ortalama 4 saat uyurken, Thomas Edison uyumanın sadece zaman kaybı olduğunu savunuyordu.

Peki, o zaman neden uyuma ihtiyacı duyuyoruz? Bu soru yüzyıllar boyunca bilim adamlarının merak ettiği ancak cevabını kesin olarak veremedikleri bir sorudur. Bazıları uykunun günlük aktiviteler sırasında harcanan enerjiyi geri kazanmak için gerekli olduğunu savunuyor.

Ancak şaşırtıcı bir gerçek de şu yönde: 8 saatlik uyku esnasında depolanan enerji sadece 50 Kcal; yani yediğiniz bir tostun verdiği enerjiyle aynı.

Uyuyoruz çünkü konuşma, hafıza ve esnek düşünmeyle ilgili değerlerimizin normal ölçülerde seyretmesi için uykuya ihtiyaç duyuyoruz. Diğer bir deyişle, uyku beyin gelişimi üzerinde önemli bir etkiye sahip.

Uyumazsak ne olur?

Uyumanın önemini anlamak için uyumazsak başımıza neler gelir onları düşünün. Uyku eksikliği beynin çalışmasını ciddi ölçüde etkiler. Unutkanlık, dalgınlık, kendini rahatsız hissetmek yaşanması muhtemel durumlardandır. Sadece bir gece uykusuz kalındığında konsantrasyon büyük ölçüde azalır ve istediğimiz şeye odaklanmada büyük zorluk çekeriz.

Sürekli olarak yetersiz uyku ile ayakta kalmaya çalıştığımızda, beynin konuşmayı, hafızayı, planlamayı ve zaman algısını kontrol eden bölümü ciddi bir şekilde sekteye uğrar ve kendini “kapatır”.

Uykusuzluk sadece bilişsel aktiviteleri değil aynı zamanda duygusal ve fiziksel halimizi de etkiler. Uyku apnesi gibi aşırı uykusuzluktan kaynaklı hastalıklar başımıza bela olabilir. Araştırmacılar uykusuzluğun kilo almayla da yakından ilişkili olduğunu belirtiyor. Çünkü kilomuzu korumak için gerekli olan kimyasal maddeler uyku esnasında salgılanıyor.

Ne kadar uyku idealdir?

Herkesin uyuması gereken süre birbirinin eşdeğeri değildir. Ortalama uyku süresi 7,75 saat olsa da bazıları 5, bazıları ise 11 saat uykuyla kendini dinlenmiş hissedebilir.

Yalnızca insanların değil hayvanların da uyku süreleri birbirinden oldukça farklıdır.

Tür             Günlük ortalama uyku miktarı
Piton                        18 saat
Kaplan                     15.8 saat
Kedi                        12.1 saat
Şempanze                9.7 saat
Koyun                     3.8 saat
Fil                           3.3 saat
Zürafa                     1.9 saat

En uzun süre uykusuz kalma rekoru 1965 yılında Randy Gardner tarafından kırılmıştır ve Gardner 11 gün uyumadan kalmayı başarmıştır. 4 gün sonra halüsinasyon görmeye başlayan Gardner, birkaç gün sonra kendini ünlü bir futbol oyuncusu sanmış ve araştırmanın sonuna doğru bilişsel aktiviteleri ciddi ölçüde düşmüştür.

Saçımız Hakkında Bilinmeyenler

-Saç % 50.65 karbon, %20.85 oksijen, %17.14 nitrojen, %6.36 hidrojen ve % 5 sülfürden meydana gelir. Ayrıca magnezyum, arsenik, demir, krom ve daha pek çok metal ve mineral de içerir.

-Koyu saçta sarı saçtan daha fazla karbon bulunur.

-Saçlarımız her ay yaklaşık olarak 1,5 cm uzar. Ayrıca 15-30 yaşları arasında ve kadınlarda saçın uzaması daha hızlıdır.

-Bir saç telinin normal yaşam uzunluğu 4-7 yıldır.

-Saçların dökülmesi günlük ve normal bir olaydır. Günde yaklaşık 75-150 tel saçın dökülmesi sıradan bir olaydır.

-Başınızdaki saç tellerinin sayısı saçınızın doğal rengine bağlıdır.

Kızıl saçlıların 90,000
Siyah saçlıların 108,000
Kahverengi saçlıların 140,000
Ve sarışınların 140,000’den fazla tel saçı bulunur.

-Kafanızın boyutu ne kadar büyükse o kadar çok saçınız var demektir.

Araba camlarının bir yerlerine sert bir darbe geldiğinde neden yuvarlak yuvarlak çatlaklar oluşur ?

Otomobil sanayisinin ilk dönemlerinde, araba camları bildiğimiz pencere camından yapılırdı. Ancak, kaza durumlarında camın büyük parçalara ayrılarak fırlamasının ciddi yaralanmalara yol açabildiği görülünce, "katmanlı cam" tasarımına yönelindi. Şimdiki oto camları, "polivinil butiral"den yapılma saydam plastik bir katmanla birbirine yapıştırılmış iki katman halinde. Buna, "katmanlı cam" anlamında "lamine cam" da deniyor. Ayrıca, camlar "nikel sülfid" (NiS) ilave edilerek hazırlanan erimiş camın hızlı soğutulmasıyla elde edilen "sertleştirilmiş cam" türünden. Bu tür cam, şiddetli bir darbe sonucunda kırılsa dahi, büyük parçalara ayrılmak yerine, küçük parçalara ayrılıp "tuzla buz" oluyor. Parçaların ufak olmasından ve çoğunlukla aradaki plastik katmana yapışık kalmasından dolayı, yaralanma riski büyük oranda azalıyor. Orta şiddette darbeler "örümcek ağı" olarak nitelendirilen çatlak görüntülerine yol açarken, ufak darbeler karşısında oluşan minik kırıklar, darbe alanıyla sınırlı kalıyor ve plastiğe gömülerek, "çökük" bir alan oluşturuyor. Bu bölge bir bakıma, darbe sırasında, darbeye neden olan cisimle cam arasındaki temas bölgesinin izi. Zedelenen bölge bu yüzden, çoğunlukla "yuvarlak". Bazen, camın üst katmanı zedelenmiş iken, alt katmanın sağlam kalması dahi mümkün. Zedelenme etrafında yarıçapsal çatlaklar oluşmamışsa, hasar ilerlemiyor. Aksi halde, ilk anda gözle görülemeyen çatlakların, daha sonraki ısıl genleşme farklılıklarından ve mekanik salınımlardan kaynaklanan gerilim birikmeleri nedeniyle, bir iki gün içinde boydan boya ilerlemesi mümkün.

Bu tür camlar, yıllarca sorunsuz olarak kullanıldıktan sonra, sertlik kazandıran NiS içeriği nedeniyle, ansızın patlayıp paramparça olabilmekte. Seyrek de olsa karşılaşılan bu durum, bir kalite sorunu. Çünkü, imalat sırasındaki hızlı soğutmadan önce yapılan ısıtmanın, yeterince uzun süreli, 6 saate yakın tutulmasıyla, bu risk ortadan kaldırabiliyor. Bir başka sorun, şiddetli bir darbe karşısında parçalanan camın "bembeyaz" kesilmesi nedeniyle, sürücünün önünü göremez hale gelmesi. Bu durum bazen, aksi halde hafif atlatılabilecek kazaların, çok daha ağır faturalarla sonuçlanmasına yol açabiliyor. Buna karşı önlem, "lexan" da denilen "kırılmaz cam" kullanmak. "Lexan" aslında cam değil; akriliğe benzeyen, çok dayanıklı bir tür "polikarbonat reçineli termoplastik". Yeterince kalın olduğu takdirde, tabii mermiyi atan silahın türüne de bağlı olarak, kurşun geçirmeyebiliyor. "Kurşun geçirmez cam" diye anılan malzeme bu.

Bir Gün Ne Kadardır ?

Normalde bu soruya okuyan tüm kullanıcılarımızın 24 saat diye cevap verdiğini duyuyor gibiyim fakat yapılan araştırmalar hepimizin saniyelerle olsada yanıldığımızı göstermekte. Dünya üzerinde olan coğrafi olaylar ve gelgitler nedeniyle her gün birbirinden farklı sürelerle günü tamamlayabilir. Bunun sonucunda 24 saat olarak bildiğimiz dünyanın kendi etrafındaki tam turu bazen 50 saniye geri veya 50 saniye ileri kayabilir.
Sürekli aksamalara neden olan bu gecikmeden dolayı ise bilim insanları yeni bir arayışa girmiştir. Bunun sonucunda ise saniye kavramına yeni bir tanım getirilerek oluşan bu değişmelerin önüne geçilmiştir. 1967 yılında getirilen yeni tanıma göre sezyum atomunun uyarılmamış olarak iki aşırı ince düzeyi arasında yaptığı geçiş sırasındaki devir sayısı olan 9.192.631.770 olarak kabul edilmiştir.
Bu gelişmenin ardından bir çok bilim insanı ortada olan belirsizliğe bir çözüm geldiği düşüncesiyle yeni saniye tanımı desteklemiştir. Özellikle astronotlar saat kavramının ve Dünyanın tam turunun birbirine eşit olmasıyla daha kaliteli işler ortaya koyabileceklerini vurgulamışlardır.
Fakat bilgisayar üreticileri ve teknoloji pazarlayan firmalar yeni sistemi eski bilgisayarlare entegre etmekte sorun yaşadığı için bu yeniliğe şiddetle karşı çıkmışlardır. Bu tanıma uymayan teknoloji üreten firmalar saniye kavramının tamamen kaldırılması için hala çalışmalarını sürdürmektedirler.

Mesleği küfür yemek olan esnaf kimdir ?

Dalkavukluk eskiden nizamnameleri, kahyaları, narhları olan bir esnaf kuruluşuydu. Dalkavuklar kendilerine yapılan her türlü hakarete tahammül eden bu işi meslek edinen insanlara verilen isimdi. Dalkavuklara yapılan her muzipliğin bir tarifesi vardı. Mesela dalkavuğa atılan her tokatın bedeli 30 para, merdivenden yuvarlamanın ücreti 180 paraydı. Bir fındık sıçanını kuyruğu dışarıda kalacak şekilde dalkavuğun ağzına sokma 400 para, ellerin ve ayakların domuz topu şeklinde bağlanması 40 paraydı. Bir sakatlık olursa hareketi yapan dalkavuğu tedavi ettirmeye mecburdu. Ölüm olursa masraflar işi yaptıranlar tarafından karşılanıyordu.

Elma kesilince niçin kararıyor ?

Meyve ve sebzelerin bazılarında kesildiklerinde, kabukları soyulduğunda veya herhangi bir şekilde zedelendiklerinde farklı tonlarda renk değişimleri oluşur. Elma, armut, ayva, patates gibi birçok sebze ve meyve bu özelliği gösterir.
Eğer canlılardaki hücre yapısını biliyorsanız, her bir hücrede binlerce enzim olduğunu da biliyorsunuz demektir. Enzimler hücrenin yaşaması için gerekli her türlü görevi yerine getirirler. Elmaların veya patateslerin kesildiklerinde kararmaları işte bu enzimlerden birinin 'polifenol oksidaz' diye adlandırılanın (kısaca PPO) yarattığı bir sorundur. Bu enzim, havanın oksijenini alıp, elmada bulunan 'tanin' adlı kimyasalla birleştirerek kararmaya neden olur.
Elmayı kestiğiniz veya kabuğunu soyduğunuz zaman, kesilme yüzeyindeki hücreler de bölünür, açılır. Buradaki PPO'lar havanın oksijeni ile birleşerek aynen demirin paslanması gibi bir renk değişimi yaratırlar. Yere düşen elmaların yüzeyinde oluşan kahverengi noktaların nedeni de aynıdır.
Kahverengi renge dönüşmeyi önlemenin bir yolu onları keser kesmez suya koymak ve hava ile ilişkilerini kesmektir, ancak sudan çıkarıldıklarında yine koyulaşmaya devam ederler. C vitamini kararmayı önleyebilir. Meyvenin kararan kısmına limon dökerseniz, içindeki C vitamini, taninin oksijen ile temasını önler ve kararma hızını azaltır. Bu nedenle meyve ve sebze işleyen yerlerde kabuklar soyulduktan veya dilimleme işlemi yapıldıktan sonra meyve ve sebzeler limon tuzu içeren suya atılır.
Bütün enzimlerin ortak özelliği 75 derece sıcaklığın üzerinde etkisiz hale gelmeleridir. Yani ısıtmak da bir çaredir. Bu tip sebze ve meyveler haşlandıklarında enzimlerin faaliyetleri durur ve 'enzimatik esmerleşme' denilen bu olay görülmez.

İnsanların niçin bazıları solaktır ?

İnsanların çoğunun niçin, daha çok sağ ellerini kullandıkları henüz bilinmiyor. Eğer dünya nüfusunun yarısı solak olsaydı veya dünyada hiç solak olmasaydı, bu durum tabiatın kurallarına daha uygun olabailirdi, ancak tek yumurta ikizlerinin bile yüzde onunun farklı ellerini kullanmaları şaşırtıcıdır. Bu durumun genetik olmadığı, katılımla bir ilgisinin bulunmadığı da kesin. Bebeklerin rahimdeki pozisyonlarıyla ilgili teoriler var ama kanıtlanmış değil.
İnsanın dışında hiçbir yaratık, bir elini veya ayağını diğerine göre öncelikli kullanmaz. Dünyada tarih boyunca, kültür ve ırk farkı olmaksızın insanlar arasında sağ elini kullananlar hep çoğunlukta olmuşlardır. Bilim insanları yıllardır bunun nedenini arayıp durmaktadır.
Bilindiği gibi, beynimizin her iki yarısı değişik yetenekleri kontrol eder. Önceleri beynimizin sol yarısının konuşma yeteneğimize kumanda ettiği bilindiğinden, yazmamıza da kumanda ettiği, bütün önemli kumandaları bu tarafın üstlendiği sanılıyordu. Ama sonraları beynimizin sağ yarısının da idrak, yargılama, hafıza gibi çok önemli işlevlere kumanda ettiği, beynin her, iki yarısının da birbirinden üstün olmadığı ve her iki tarafın da eşit değerde görevler üstlendiği görüldü.
Solakların oranı hakkında çeşiti görüşler var. Genel görüş bunun 1/9 oranında olduğu şeklindedir. Her azınlığın başına geldiği gibi solaklar toplumda bazı zorluklarla karşılaşmışlar, hatta tarihin karanlık çağlarında şeytanla bile özleştirilmişlerdir. Günümüzde bile solak doğan çocuklar, aileleri tarafından sağ elleri ile yazmaya zorlanmaktadırlar.
Sağ ellerini kullananlar için hayat daha kolaydır. Onlar daha iyi organize olmuşlar, acımasız bir üstünlük kurmuşlar, dünyada her şeyi kendilerine göre ayarlamışlardır. Arabaların vitesleri, silahlarda boş kovanların fırlayış yönü, hatta tuvaletteki muslukların yeri bile hep sağ ellilere göre tasarlanmıştır.
İngilizce'de sol anlamındaki "left" kelimesi, zayıf ve kullanışsız anlamında eski İngilizce'de kullanılan "lyft" kelimesinden türetilmiştir. Sağ anlamındaki "right" ise haklılık ve doğruluk anlamında da kullanılır. Türkçe'de de öyle değil mi? Sağ hem canlı ve hayatta anlamında kullanılır, hem de sağlıklı, sağlam gibi sıfatların kökünü oluşturur, solun ise soluk gibi bir sıfatın kökünü oluşturma dışında sadece bir nota ile isim benzerliği vardır.

Sıfır Neden Tek Değil de Çift Sayıdır ?

İtiraf edin, sizin de aklınıza gelmiş olmalı 0 (sıfır) rakamının neden çift sayı olarak kabul edildiği. Matematiğin mantık üzerine kurulu olduğundan yola çıkarsak, matematikçilerin buna mantıklı bir cevap vermeleri gerekiyordu. Bunu bir denklem ile açıklamakta fayda var. Okuldan aşina olduğumuz N sayısını temel alarak formülümüzü şekillendiriyoruz.
N sayısı çift sayı olmak için 2′ye bölündüğünde kalan olarak 0 vermek zorundadır. O zaman formülümüzü uygulamaya sokalım. 0 / 2 = 0 ‘dır. Yani kalan olarak sıfır verir, sonuç da sıfır olarak şekillenir. Bu yüzden sıfır sayısı çift sayı olarak kabul edilir.
Halen kafanızda şüphe mi var? Öyleyse sağlam bir örnek daha verip işi garantiye alalım. Çift sayıların karesi sıfır olduğuna göre dilerseniz sıfırı inceleyelim. Sıfırın karesi sıfırdır. Sıfır çift sayı özelliklerini taşır. Bu kadar örneğe rağmen, halen kafanızda soru işaretleri varsa sorunuza soruyla cevap veriyor matematikçiler: “Sıfırın sayı olarak kabul edilmesiyse tuhaf olan, çift sayı olarak kabul edilmesi niçin tuhaf oluyor?”

Denizanası Temas Edince Niçin Yakar ?

Denizanalarının vucudunda bulunan bazı hücreler, savunma amaçlı olarak bir sıvı yayar. Denizanaları bu sıvıyı savunmak dışında, avlanırkende kullanır. Temas ettiğimizde yanma hissi veren bu madde “nematosis”lerdir. Bu madde kapsüller içinde bulunur ve temas ettiğimizde patlar ve yanma hissi oluşur. Denizanasının temas ettiği bölgeyi, her ne kadar kaşıma hissi doğsada, kaşınmamalıdır. Çünkü patlamamız kapsüllerde bulunmaktadır, eğer kaşırsak bu kapsüllerde patlayacaktır ve derimizde daha fazla bir yanma hissederiz. Bu bölge sakince fazla ovalamadan yıkanmalıdır. Tatlı suyla yıkamaya kalkarsanız, deniz suyu ve tatlı su yoğunluk farkında gene kapsüllerin patlama ihtimali artacaktır. Deniz suyu ile yıkanabilir, suyun sıcaklığıda olumlu etkiler, çünkü zehirin etkisini azaltmaktadır. Ayrıca bazı literatürlerde amonyakta kullanılabileceği yazmaktadır.

Dünyanın en çok söylenen şarkısı hangisidir ?

Dünyada şimdiye kadar en çok söylenmiş, halen de söylenmekte olan şarkı hangisidir diye sorulsa hemen akla gelmeyebilir. Bu şarkı herkes tarafından çok tanıdık, müziği ezbere bilinen bir şarkıdır. 'İyi ki doğdun -isim-' veya 'mutlu yıllar sana' şeklinde söylenen doğum günü şarkısı.
Bu şarkı yaratılırken doğum günlerinde söyleneceği kimsenin aklına gelmemişti. 1893'de ABD'de, Kentucky'de öğretmen iki kız kardeşin, öğrencilerinin sabahları söylemeleri için besteledikleri bu şarkının orijinal adı da 'Good Morning to All' yani 'Herkese Günaydın' idi.
Kardeşlerden şarkının müziğini yapan Mildred Hİll aynı zamanda kiliselerde org, konserlerde piyano çalıyordu. Şarkının sözlerini ise Mildred'in dokuz yaş küçük kız kardeşi Patty yazmıştı. Mildred 1916'da 57 yaşında öldükten birkaç yıl sonra bestelediği şarkı 'Happy Birthday' (Mutlu doğum günü) adı altında söylenmeye başlanacaktı.
Hill kardeşler şarkının telif haklarını 1893 yılında almışlardı. Ancak Robert Coleman isimli biri, şarkının bestesini kullanarak sözlerini 'Happy birthday to you' olarak değiştirdi. Şarkı zaman içinde o kadar yayıldı ki bestecileri bile unutuldu.
Ne zaman şarkı doğum günü formatında Broadway'de, bir müzikalde kullanılmaya başlandı, o güne kadar sesi çıkmayan üçüncü kardeş Jessica mahkemeye başvurdu. Bestenin gerçekten kendilerine ait olduğunu ispat etti ve şarkının tüm haklarına ailesinin sahip olmasını sağladı. Bundan böyle şarkının ticari amaçla kullanıldığı her yerde Hill ailesine telif hakkı ödenmesi gerekecekti.
Bu haber tüm dünyayı şok etti. Telefonla yarım milyon insana doğum günlerinde melodiyi dinleten tanıtım ve pazarlama şirketleri bundan vazgeçtiler, müzikaller bu parçayı ya repertuarlarından çıkarttılar ya da şarkı şeklinde değil de düz okuma veya şiir şeklinde söylettiler.
Onlar telif hakkı ödememek için yollar ararken Dr. Patty Hill, 78 yaşında, uzun bir hastalıktan sonra ama şarkısının dünya çapında bir doğum günü adeti olduğunu gördükten sonra öldü.
Günümüzde bu şarkının telif hakkı Warner/Chappel Müzik Şirketi'ne geçmiştir. Ticari amaçla kullanıldığı her yerde şirkete ödeme yapma zorunluluğu vardır. Bu miktarın yılda l milyon dolara yakın olduğu tahmin edilmektedir. Doğum günü kutlayacakların bilgilerine sunulur.

Türkiye’de İlk Demiryolu Ne Zaman Yapıldı ?

Ülkemiz demiryolu taşımacılığının tercih edildiği bir çok ilde istasyonların bulunduğu ve ucuzluğu ile insanların tercih ettiği bir ulaşım aracıdır. Özellikle son yıllarda yapılanmaya giden demiryolları daha hızlı ve daha güvenli bir şekilde ulaşımı sağlamayı amaçlamaktadır. Yapılan çalışmalar sonrasında bir çok büyük merkez birbirine bağlanıp daha hızlı bir şekilde ulaşım sağlanmaktadır.
Peki bu kadar çok tercih edilen ulaşım aracı ülkemizdeki yerini ne zaman almaya başlamıştır? Bu çalışmalar hangi dönemde ortaya çıkmıştır? Çalışmaların başlamasında sorunlar da ortaya çıkmışmıdır? Çalışmaların başlangıcında hangi güzergah seçilmiştir? Yazımızın detaylarında tüm bu sorulara cevapları bulabileceksiniz.
Trenin ülkemize girmesi aslında şu olayların arka arkaya gelişmesi ile olmuştur. Sultan Abdülaziz düzenlediği seyahetlerle diğer ülkelerdeki yenilikleri ülkemize getirmeyi hedeflemiştir. Avrupa seyahetlerinde ençok dikkatini çeken ise ulaşımı oldukça kolay hale getiren trenler olmuştur. Bu durum karşısında hayretler içine düşen Sultan Abdülaziz dönüşünde bir komite kurarak trenin yapılması emrini vermiştir.
İlk olarak güzergah seçimi yapmak isteyen Sultan Abdülaziz bunun İstanbul-Edirne arası olmasını kararlaştırmıştır. Fakat Topkapı Sarayı içinden geçecek olan tren insanların tepkisini çekmiştir. Bunun üzerine padişaha sunulan istekte projenin iptal edilmesi dahi gündeme gelmiştir. Büyük bir kararlılık içinde Sultan Abdülaziz bu duruma karşın tren saraydan değil ister üstümden geçsin yine de yapılacak emrini vererek bu teknolojiye olan ilgisi ve alakasını kesin bir dille sunmuştur.

Floresan Lambalar Neden Daha Ekonomiktir ?

Floresan lambalar ilk olarak 1939′da New York’ta düzenlenen fuarda General Electiric tarafından kamuoyu beğenisine sunulmuştur. Günümüzde hala kullanılmaya devam eden ampüller ile yarış içinde olan floresanlar tuvalet ve banyo ggibi mekanlarda sağladığı ışıkla galip gelirken atak odalarında ampül kadar romantik olamayıp savaşı sadece o odada kaybetmiştir. Savaşın genel anlamda galibi ise floresan lambalar olmuştur.
18 wattlık bir floresan lambanın 75 waatlık bir ampül ile aynı saviyede ışık  vermesi ise bu savaşın galibiyetini haklı çıkarmaktadır. Ampüllere göre daha az enerji ile çalışan floresanlar %75lik bir tasarrufuda beraberinde getirmektedir. Piyasa satış fiyatlarının ampüllere göre daha fazla olmasına rağmen sağladığı tasarruf ve uzun ömür sayesinde kendisini daha uygun bir hale getirmektedir.
Peki bu ekonomik yapıyı hangi sistemler sağlamaktadır? Floresana bağlı anahtar açıldığında çıkan elektirik ilk olarak tüpün en ucundaki eloktror ile bir ark oluşturur bu ark içinde bulundurduğu enerji ile cibayı buharlaştırır. Bu buhar elektirik yüklenerek gözlerimizin algılayamayacağı şekilde ültraviyo ışınlar üretirler. Tüpün iç yüzeyine çarpan bu ültraviyole ışınlar görüntünün oluşmasını sağlamaktadır.

Atlara niçin gözlük takıyorlar ?

'Olaylara at gözlüğü ile bakmak' ifadesi bir kişinin bir olaya tek bir açıdan baktığını, ona etken olan diğer olayları veya faktörleri göremediğini veya görmek istemediğini anlatmak için kullanılır.
Aslında atlar için takılan gözlük, şekil olarak bile gözlüğe benzemez, onların görüş kapasitelerini arttırmak için değil aksine azaltmak için takılır.
Atın evcilleştirilmesi, insanın dostu olarak en ağır işlerde yardımcı olması, binek hayvanı olarak daha uzak yerlere ulaşmasını sağlaması, savaşlarda ölüme beraber gitmesi o kadar eskilere dayanır ki bildiğimiz atın yabani soyu hakkında hiçbir bilgi yoktur. Bugün steplerde yaşlı bir aygırın önderliğinde sürüler halinde yaşayan ve yabani olarak nitelendirilen atların evcil atlardan türeme oldukları herkes tarafından kabul edilir.
Canlıların gözlerinin algılayıp beyine bildirdikleri üç ana husus vardır: Biçim, renk ve mesafe. Özellikle avcı olmayan otobur hayvanlar için tehlikeyi uzaktan sezip, iyi bir mesafe tahmini yaparak kaçabilmek çok önemlidir.
Atlar her iki yandaki gözleri sayesinde hem Önlerini hem de arkalarını görme yeteneğine sahiptirler. Ne var ki gözleri birbirlerinden çok uzaktadırlar. Bu da at için cisimlerin mesafelerini tespit bakımından büyük bir zafiyet yaratır.
At arkasından ya da yandan yaklaşan tehlikeyi görür ama tehlikenin ne kadar yakın veya uzakta olduğunu kavrayamaz. Nesneleri neredeyse iki misli büyük gören at tehlikeyi olduğundan daha yakındaymış gibi algılar. Bu nedenle de sürekli endişe içindedir.
Yarış atlarına koşu sırasında yandaki hemcinslerinden ürkmemeleri için yan taraflarını görmelerini engelleyecek gözlükler konulurken at arabalarını çekenlere sadece önlerini görmeleri, diğer yönlerde olan hareketlerden etkilenmemeleri için gözlük takılır. Yani at gözlüğü ile bakmak insan için olumlu bir davranış değildir ama atlar için durum farklıdır.

Radyolarda Mıknastısın Görevi Nedir ?

Evlerimizde kullandığımız teknolojik aletlerin bir çoğunda mıknatıslara rastlamamız mümkün olacaktır. Bu tür yapıların neden olduğu sorusunu ise sürekli olarak sormamız bu konu hakkındaki merakımızı daha da artırmaktadır. Peki bu tür teknolojik aletlerde neden mıknatıs kullanılır? Mıknatısların kullanılması sonucu nasıl bir sonuç ortaya çıkar? Kullanılan mıknatısın herhangi bir ekstra özelliği var mıdır? Mıknatısların daha çok hangi enerjilerin dönüşümünde kullanılır? tüm bu sorular ve diğer detayları yazımızın devamında bulmanız mümkün olacaktır.
Tv ve radyolarda daha sık olarak karşımıza çıkan mıknatıslar aslında en basit şekliyle gelen elektrik akımını sese çeviren bir yapıdır. Yani bu tür aletlerin çıkardığı seslerin bize ulaşmasını sağlayan yapı bu mıknatıslardır. Bu cihazların içinde bir tane elektromıknatıs ve bir tanede normal bir mıknatıs bulunmaktadır. Bu yapılar gelen elektriği ilk önce elektro mıknatısın yardımı ile elektrik alanına dönüştürülür. Bu alanın oluşması sonrasında ise diğer mıknatıs alan içinde hareket etmeye başlamaktadır. Hareket sonrasında ise çıkan titreşim bir sesin ortaya çıkmasına neden olur. Yani oluşan olan içinde hareket eden mıknatıs bizim duyduğumuz sesleri oluşturan yapıdır. Titreşim sonucu oluşan bu ses diğer organların yardımı ile düzgün bir şekilde izleyicilere aktarılır. Mikrofonlarda kullanılan sistemde bu işlemin tersi yönde işlemektedir. İlk önce titreşimi alan mıknatıs daha sonra bu titreşimi elektrik alanı oluşturarak elektro mıknatısa elektirik enerjisi olarak iletir.

Patlamış mısır nasıl patlar ?

Patlamış mısırın hikayesi beş bin yıl evveline, Amerika kıtasına kadar uzanıyor. Amerika yerlileri gıda için kullanılacak mısır ile içi daha sulu olan patlayabilir mısırların arasındaki farkı biliyorlardı.
Kolomb kıtaya ayak bastığında yerlilerin mısır kültürünü gördü, ama asıl ilgi 1510'lu yıllarda Güney Amerika'da terör estiren Hernanda Cortes'in Aztek'lerin dini ayinlerde ipe dizilmiş patlamış mısırları yediklerini görmesi ile başladı. Üstelik yerliler mısırı bir çeşit şişe geçirerek, tekrar tekrar ısıtarak veya kızgın kuma gömerek değişik şekillerde patlatarak yiyorlardı.
Ancak tüm mısır taneleri patlamaz. Patlayan mısırın gizemini yaratan iki faktör vardır: Mısır tanesinin içinin çok güzel bir ısı geçiş özelliği ve müthiş bir mekanik mukavemete, yani sağlamlığa sahip kabuğu.
Mısıra dikkatli bakıldığında, etrafında kalın ve su geçirmez bir kabuk olduğu görülür. Bunun altında iki tabaka daha vardır. Tanenin bu iç kısımlarındaki moleküllerin sıralanış biçimi, normal mısır tanelerine göre daha düzenlidir. Bu sayede ısı normal tanelere oranla neredeyse iki misli hızla içine yayılabilir.
Kalın kabuk ısıtıldığında, tanenin içi de süratle ısınır ve içindeki su, basınçlı bir su buharı oluşturur. Isınma süresince gittikçe artan bu basınç, sonunda kalın kabuğun adeta infilak ederek yırtılmasına yol açar. Tane ilk boyutundan yaklaşık 30 misli büyür, içi dışına gelir, yani tanenin içindeki yumuşak kısım dışarı çıkarak yenilebilir kısmı oluşturur. Bu özelliği tabiatta başka hiçbir şeyde göremezsiniz. Belki biraz ekmeğin oluşumunu buna benzetebiliriz.
Bir mısır tanesinin ideal bir şekilde patlayabilmesi için, içinde en az yüzde 14 oranında su olması gerekir. Bunun altındaki oranlarda yine patlar ama kısmen açılır, istenen sonuç alınamaz. Mısırın içersindeki su oranını artırmak için, kapalı bir ortamda üzerine su serpiştirilmesi ve beklemeye bırakılmasının faydalı olacağı söylenir ama bu işlem mısırın içindeki su oranını en fazla yüzde l arttırır. Bir mısırı iğneyle delerseniz, bir fırında veya güneş altında bekletirseniz, 150 derecenin altında ısıtırsanız, yukarıda bahsedilen suyun buharlaşması, basınç ve infilakın hiçbiri gerçekleşmez.

Tükenmez Kalemi Kim Buldu ?

Yüzyıllar önce dolma kalemlerin sürekli mürekkep şişelerine batırılarak yazı yazılması insanları oldukça zorluyordu. Her defasında yenilenen bu aktivite yazı yazmayı büyük bir çile haline getiriyordu. Özellikle mürekkeplerin kurumaması ise dolma kalemlerin kullanımına olan ilgiyi azaltan sebepler arasında yerini alıyordu.
30 Ekim 1888 yılında küçük bri haznesi ve döner başı ile üretilen ilk tükenmez kalem tarhiteki yerini almaya başladı. John J. Loud tarafından geliştirilen bu kalem arkada ki hazneden gelen mürekkep ile sürekli doldurmaya karşı yazana büyük kolaylıklar sağlıyordu. Sızıntı yaptığı bilinen bu kalemin dolma kaleme göre daha etkili ve kalıcı yazılar bıraktığı ise o günlerde dikkatlerden kaçmayan en önemli ayrıntıydı.
Macar Laszlo Biro ise 1899 yıllarında gazete mürekkebini bilyeli bir tükenmez kalemin içine yerleştirerek ciddi anlamda ilk tükenmez kalemi üretmiş oldu. Bu kalem tarihte değer kazanan ilk tükenmez kalem oldu. 1938 yılında kalemin patentini alan Biro Nazilerden kaçtığı o yıllarda 1943 yılında Arjantin’de yeni bir patent aldılar. 1945 yılında üretimine geçilen bu kalemler özellikle Avrupa ülkelerinde inanımlaz bir ün kazandı. Biro ve ekibindeki diğer bilim insanları kurdukları seri üretim tesisleri sayesinde daha ucuz ve kaliteli tükenmez kalemleri piyasaya sürmeye başladı.
Bic adında kurulan firma günümüzde hala üretime devam etmekte ve dünya piyayasında en çok kazanan kalem üreticisi olarak yerini korumaktadır.
Kalemi resmi anlamda bulan mucit Biro ise Arjantinde düzenlenen törenlerle her yıl anılmaktadır.

Konuşma ve Yürüme Neden Unutulmaz ?

İnsanlar bazen dış darbelere maruz kalarak bazen de bazı psikolojik sorunlar sonrası hafıza kaybı yaşayabilir. Bu sıkıntılı dönemde hasta yakınlarını, evini hatta kendi ismini bile uunutabilir. Bu dönemde uygulanan tedavi de hastanın kendi benliğinin farkına varması ve daha sonra da daha önceden kazandığı bilgi ve birikimleri bilmesi yönündedir. Uygulanan tedaviler bazen uzun bir aranın ardından sonuç verebilir. Kişinin beyninde bulunan eski bilgiler bazı hatırlamalar sonrasında tekrar yerine gelebilir.
Fakat hafızasını kaybeden kişiler daha sonra elde ettikleri ve doğuştan gelmeyen konuşma ve yürümek gibi bazı durumları kaybetmeden aynen devam ettirebilir. Bilim insanları bu konu üzerinde sayısız araştırma yapmıştır. İnsanların yaşadığı hafıza kayıpları sonrasında sorunsuz bir şekilde yürümesi nasıl olur? Hafıza normalde beynin dış bölümünde bulunmaktadır. Bu bölüme bilimsel olarak korteks ismi verilmektedir. Fakat yürüme gibi sistemler beynin alt merkezleri tarafından yönetilmektedir. Bunun sonucunda ise beyin kabuğunda meydana gelen hafıza kayıpları kişinin beynindeki alt sistemlere zarar vermez.

Uçaklara Yıldırım Koruması Nasıl Yapılır ?

Uçaklar gökyüzünde süzülürken büyük bir tehlike olan yıldırım ile sürekli olarak yüz yüze kalabilmekte ve bu tahlileye karşı büyük zararlar alabilmektedir. Peki bu ulaşım araçlarında bu denli büyük bir tehlikeye karşı hangi önlemler alınmaktadır? Bu önlemlerin önem sırası nasıldır? Alınan önlemlerin bu tür kazalara karşı faydaları bulunmakta mıdır? Tüm bu soruların cevabını yazımızın devamında bulmanız mümkün olacaktır.
Uçaklar aslında yapı itibariyle yıldırımı savacak bir sistemi üzerinde barındırmamaktadır. Bu nedenle herhangi bir yıldırım direk olarak uçağa çarpabilir. Bu işlemler sonrasında ise uçak büyük yaralar alabilir. Bunun önüne geçmek için mühendisler uçağın yapılış kısmında bir çok kez farklı maddeler kullanmışlar ve sonunda en doğru olanı seçmişlerdir. Aluminyumda karar kılan mühendisler bu maddenin sürekli olarak akımı geçirdiği ve içeriye aktarmadığı gerekçesiyle bu elementin kullanılması gerektiği noktasında hem fikir olmuşlardır.
İçeriye tüm bu önlemlere rağmen küçük miktarda elektrik akımı sızabilmektedir. Bu akım uçak içinde bulunan elektrik devrelerini bozabilmekte hatta yakıt deposunda herhangi bir yanmaya neden olabilmektedir. Bunun sonucunda ise yine mühendisler özellike bu bölümleri tamamen metal kısımlardan arındırmışlar ve güvenli bir hale getirmişlerdir. Bunun sonucunda ise uçak daha güvenilir bir hal almaktadır. Sonuç olarak uçakta bulunan hassas kısımlar diğer kısımlara göre yıldırıma karşı olağan üstü bir şekilde korunmaktadır.

Sudoku

Önce Japonya'da başladı, ardından İngiltere yoluyla Avrupa'ya yayılan sudoku çılgınlığı, bütün dünyada artarak devam ediyor. İngiltere'nin The Times, Daily Telegraph gibi önemli gazeteleri, okurlarına her gün bir sudoku oyunu vererek tirajlarını artırırken, sudoku siteleri açılıyor, kitaplar yayımlanıyor. Gençlerde zeka gücünü geliştirici ve ileriki yaşlarda ise Alzheimer hastalığına yakalanma riskini azaltılmasına yardımcı olan entelektüel bir rakam bilmece türü sudoku. Hatta, oyunun 80’li yıllarda hastalık haline gelen Rubik küpleri gibi bir bağımlılığa yol açtığı söyleniyor.

Şunu da peşinen söyleyelim, oyunun matematikle bir ilgisi yok. Sudoku matematikten çok mantık oyunu.

SUDOKU NEDİR? NASIL ORTAYA ÇIKTI?
Kökleri çok eskiye dayanan bir oyun…

Sudoku Japon tipi bir bulmaca. Sudokunun tarihi 205 yıl öncesine dayanıyor. 1984 yılında Japonya’nın ünlü bulmaca firması Dell’s Number Place’te bu sistemi görüp kendi ülkelerindeki bulmaca fanatiklerine uyarlamaya karar verdi.

Japonca "Sayılar tek olmalı" anlamına gelen "Suuji wa dokishin ni kagiru" kelimelerinin kısaltması olan “sudoku”, günümüzde Asya'dan, Avrupa ve Kuzey Amerika'ya da yayılan oldukça popüler bir oyun. 1997’de Yeni Zelandalı emekli yargıç Wayne Gould oyunu bir dergide görüp kendi sistemini geliştirmeye karar verdi. Altı yıllık uğraş sonucunda 2004’te Gould kendi yarattığı sudoku hakkında Times Gazetesini ikna etti. 2005’te sudoku İngiltere’de bir çılgınlığa dönüştü.

Oyun, Türkiye’ye 1994’te Japonya üstünden geldi. Söz Yayınları, tarafından çıkarılan Diamond oyunu sessizce çoğalırken sudoku meraklıları arasında bulmaca toplantıları düzenlenmeye başlandı. Dünyada sudoku ya da Number Place adıyla bilinen bu oyun Türkiye’de Diamond adıyla da tanınıyor.

Dünyanın en çok ilgi gören oyunlarının başında gelen bu bulmacada, harfler yerine rakamlar kullanılıyor. Rakamlarla oynanmasına karşın matematikle ilgisi olmayan sudoku toplama veya çarpma bilgisi gerektirmez.

Bulmacanın zorluk derecesine göre ipuçları veriliyor. Verilen ipuçları baz alınıp, mantık yürütülerek oynanan bir oyun. 100'ü aşkın ülkeyi kasıp kavuran sudoku; zeka gücünü geliştirici entelektüel bir rakam bilmecesi. Otobüste, trende, öğle arasında, teneffüste rahatlıkla oynanılabilecek bir oyun. Ayrıca 7′den 77′ye her yaştan insan oynayabilir. Oyunun basit, orta, zor, çok zor gibi farklı zorluk seviyeleri var. Oyun, hem internet üzerinden hem de kitaplarla farklı örnekler meraklılarına sunuluyor.

NASIL OYNANIR?

Sudokunun amacı dokuzar hücreden oluşan 9 eşit kutuya bölünmüş bir alan üzerinde sayıları tekrar etmeyecek şekilde dizmeyi başarmak. Her satır ve sütunda 1'den 9'a kadar olan sayıları sadece bir kez kullanarak dizmeniz gerekiyor. Aynı şekilde çizgilerle ayrılmış her kutu içerisinde de 1'den 9'a kadar olan sayılar 1 kez kullanılmak zorundadır.


OYNAMA YÖNTEMLERİ


Oyun sırasında sayıları tahmin etmek yerine sadece emin olduğunuz sayıları işaretlemeniz daha mantıklı. Her sudokunun sadece bir çözümü var ve bu çözümü tahmin ederek bulmak neredeyse imkânsız. Bunun yerine bulmacada yüklü gelen sayıları kullanarak diğer bir sayının nerelerde olamayacağı ya da nerede olması gerektiğini saptamak daha mantıklı ve kolaydır veya koyacağınız sayıyı yazmadan önce kafanızdan yazmış gibi davranarak deneyin. Eğer yanlış sayı ise başka bir sayıyı deneyin. Sudokuda sağdan sola yukarıdan aşağıya aynı kutu içersinde aynı rakam bulunmamalıdır.

Aşağıda adım adım sudokunun nasıl çözüleceğini görebilirsiniz.

1. Adım - Önce bir sudoku bulmacasını karşımıza alıyoruz. Malzeme olarak kurşun kalem ve silgi. (Tükenmez kalem değil.)
2. Adım - Her boş kutunun içine 1'den 9'a kadar sayıları yazıyoruz.
3. Adım - İçi dolu olan kutudaki sayının üstüne bir çizgi çiziyoruz ve o satırda o sayıdan bizim yazdıklarımız içerisinde var ise onları siliyoruz.
4.Adım - Şimdi o sayının sağ tarafına bir çizgi çiziyoruz ve o sütunda o sayıdan bizim yazdıklarımız içerisinde var ise onları siliyoruz.
5. Adım - Bu iki aşamayı geçtiğinizde o sayının etrafını çembere alın( o sayı ile ilgili işlemler bitti) ve diğer tüm sayılar için aynı iki işlemi(satır ve sütundaki benzerleri temizleme) gerçekleştirin.
6. Adım - Tüm sayılara 4. ve 5. adımı uyguladıktan sonra sudokuyu karşınıza alarak bir göz atın.
7. Adım - Bazı kutuların içerisinde sadece tekbir sayı kaldığını göreceksiniz. Yani bu kutularda olması gereken sayıları buldunuz demektir. Şimdi bu sayıları BÜYÜK olarak kutularına yazın. Her sayı buluşumuzda yukarıdaki satır ve sütün taramasını tekrar yapmakta fayda vardır.
8. Adım - Şimdi sütunlara göz atın. Bir sütunda sadece tek bir kez yer almış bir sayı var ise o sayı o kutuya aittir. Yani bir sütunda sizin yazdığınız sayılardan sadece tek bir kez yer alan varsa o kutunun değeri odur o kutudaki diğer sayıları silebilirsiniz.
9. Adım - 3x3'lük kutumuzda eğer bir sayı sadece tek bir kutuda yer alıyorsa onun yeri de orasıdır.

SUDOKUNUN FAYDALARI

Sudoku her şeyden önce insanın konsantrasyonunu arttırıyor. Zekayı çalıştırıyor. Yaratıcılığını destekliyor. Beyni dinç ve sağlıklı tutuyor. Bütün bunların yanında zihnen çok dinlendirici bir oyun. Sudoku oynarken başka bir şey düşünmek güç bu da günün stresini atmak için iyi bir yöntem.

Sudokuyu her yaşta insan oynuyor. Bu oyun gelişim çağındaki çocuklara da özellikle tavsiye ediliyor.

Sesin Yüksekliği Pili Bitirir Mi ?

Radyolar üzerinde bulundrukları pil ile çalışan ve evlerimizin vazgeçilmezleri arasında yer alan teknolojik bir alettir. Pille çalışan bu radyoların seslerinin artırılması pillerin performansını olumsuz yönde etkiler ve pillerin daha çabuk bitmesine neden olmaktadır. Radyo açıkken sesi kısılıp pil performansı ölçülmekte ve aynı şekilde en yüksek seste radyonun pil performansı ölçülmektedir. Bunun sonucunda ise pil örü yaklaşık olarak 3de 1 oranında daha az gitmektedir.
Yani bu durum bize şu sonucu vermektedir. Ses eğer sonuna kadar açılırsa çekilen enerji miktarı %30 artarak pilin daha çabuk bitmesine neden olunur. Bu durum pille çalışan tüm aletler içinde aynen geçerlidir. Radyo ve cd çalarlar aynı mantıkla enerji tüketen sistemlere sahiptir.
Ayrıca radyonun kullanımı pillerin ömrünü farklı yollarla da etkiler. Örneğin 4 saat açık kalan bir radyo ile birer saat çalıştırıldıktan sonra açılıp kapanan radyonun pil kullanımda büyük farklar doğabilir. Sürekli çalışan piller kendilerini toparlayamadan ömürlerini bitirirler. Fakat toparlanmaya fırsat bulabilen piller bu durumda dah auzun ömürlü olarak daha uzun süre radyonun çalışmasına neden olurlar.
Yine aynı şekilde çalışmakta olan bir hesap makinesi tuşlara basıldığı andaki duruma göre daha az enerji tüketebilir. Tuşlara basıldığı anda pilden daha fazla akım alan hesap makineleri açıkta olduğu andaki durumdan fazla enerji harcar. Açıkken sadece ekran akım tüketirken tuşlara basıldığında bu ilkemler ekstradan akım tüketmektedir.

Hapşırma Sırasında Neden Gözlerimiz Kapanır ?

Bu soruya mutlaka başlığımızı okuyan tüm okuyucularımız gözlerimizin yerinden çıkabileceği tehlikesini önlemek için cevabını verecektir. Aslında gözlerimizin kapanmasının neden bu değildir. Bilim adamları yaptıkları araştırmalar sonucunda bu kapanmanın nedenlerini bir bir araştırmış ve dünya kamuoyununa sunmuştur.
Bilim insanları yaptıkları araştırmada yapılan bu göz kırpma olayının hapşırmayla alkasının olmadığını vurgulamışladır. Yaptıkları araştırmayı göz ve solunum yolları arasında hiçbir bağlantının olmadığı gerekçesini gösteren bilim adamları dünyada kabul gören yeni bir bilgiyi insanlara sunmuşlardır.
Solunum yollarında meydana gelen hapşırma olayının gözü etkilememesi oldukça normaldir. Hapşırma esnasında meydana gelen basınç yine gözlerin dışarı fırlamasına yetecek kadar büyük bir basınç değildir. Zaten böyle bir durumda sürkeli zarar gören göz korunmaya gerek kalmadan dışarıya fırlayabilir. Hapşırma işlemi bir insan için yüzlerce kez gerçekleşebilir. Her hapşırma sırasında biraz daha deforme olan göz artık yavaş yavaş fonksiyonlarını yitirir bir hal alır.
Bu durumların hiç birinin gerçekleşmemesi ise bilim insanlarının yaptıkları açıklamayı destekler niteliktedir. Bu açıklama şu an dünya üzerinde kabul görmektedir. Fakat bu bilgi henüz insanların seviyesine inememiş ve ortaya atılan eski yanlış bilgi  insanların beyinlerinde ki yerini hala korumaktadır.
Bir çok kez düzenlenen anketler bu bilginin insanların zihnine oldukça iyi bir şekilde kazındığını göstermiştir. Her fizyolojik olay altında bir mucize arayan insanlığın bu olayın yanlış olduğunu kabul etmesininde biraz zaman alacağı kesin.

Ortaçağ’da İnsanlar Dünyanın Şeklini Nasıl Yorumluyordu ?

Ortaçağ ve öcensinde astrolojik gelişmeler sürekli olarak gelişim eğilimi göstermiştir. Bu dönem içinde bir çok kez bir önceki bilgi üstüne bir yenisi eklenerek var olan bilgilerin geliştirilmesi sağlanmıştır. Bir çok kez araştırma yapan bilim insanların yaptıkları araştırmaların geçmişten güç aldığı konusunda yine aynı şekilde hem fikiri olmuşlardır.
Bu durum neticesinde yapılan araştırmalarda ise ortaçağ insanlarının dünya bakış açısı oldukça dardır. Henüz yeni keşfedilmiş kıtalar ve doğal şartlar dünyanın şekli hakkında insanların yorum yapacağı kadar tanınmamıştır. Bu tanımların daha düzgün olması için bir kaç bilim insanı girişimlerde bulunsada bir sonuca varamamıştır. Fakat inançlar ve inanışlar dünyanın şekli hakkında bir kaç görüşü ortaya atmıştır. Bu görüşlerin başında ise dünyanın düz olduğu iddiasıdır. Bu duruma inanan ortaçağ insanları kendince ortaya bilgiler ve bazı doğal olayları örnek göstermişlerdir. Bir diğer inanış ise dünyanın tepsi şeklinde olduğu inanışıdır. Bu inanış aslında dünyanın hareketleri sonrasında ortaya çıktığı iddiası ile ortaya atılmıştır. Ortaçağdan günümüze gelene kadar yapılan araştırmalar ile dünyanın şekli insanların kafasında daha iyi şekillenip daha iyi bir şekilde yorum yapılması sağlanmış olmaktadır. Bu durum aslında bir çok kez irdelenmiş olsada hala inançları gereği dünyanın yuvarlak olduğuna inanmayan yüzlerce kişi vardır. Bu bilgilerin tamamen aldatmaca olduğunu ileri süren bu grup defalarca bilimsel araştırmaları ve görüntüleri red etmiştir.

Hamburgerin Adı Nereden Geliyor ?

"Ham" kelimesinin İngilizce'deki anlamı "domuzun bacağının üst kısmından tuzlanarak ve kurutularak yapılan yemek" demektir. Öyleyse hamburger domuz etinden yapıldığı için mi bu adı almıştır?
Kesinlikle hayır! Hamburgerin tarihi Orta Asya'ya Tatar diye bilinen Türk toplumlarına kadar uzanır. O zamanlar savaşçı Tatar atları çiğ et yiyorlardı. Zamanla bu eti eğerlerinin altına koyduklarında, uzun seferlerde atın hareketleri sonucunda bu etin bir şekilde az da olsa piştiğini ve daha kolay çiğnenebilir hale geldiğini keşfettiler.
Yıllar geçtikçe, Asya steplerindeki uzun seferlerinin sonunda bu eti eğerin altından çıkarttıklarında onatuz, biber ve soğan da ilave ettiler ve sonunda bugünkü bilinen "Tatar Bifteği" ortaya çıktı.
Almanya'nın Hamburg şehrinden bir tüccar, ticaret amacıyla gittiği Orta Asya'da 19. yüzyılın ortalarında Tatar Bifteği'ni görür ve Almanya'ya getirerek Hamburg bifteği olarak sunar. Daha sonraları bir aşçı bu eti kızartarak servie sunar ve ona "Hamburg'a ait" anlamında hamburger adını verir.
Hamburger Amanya'yı iki yolla terk eder. Yine 19. yüzyılda bir fizikçi aynı zamanda yemek geliştirme uzmanı olan Dr. J. H. Salisbury hamburgeri İngiltere'ye getiri. Salisbury sağlıklı bir yaşam için günde üç kere, önden sıcak su ile yıkanmış biftek yenilmesi gerektiğine inanıyordu. Bu şekilde hazırlanan hamburgere İngiltere'de "Salisbury Bifteği" adı verildi.
Diğer yolla ise, 19. yüzyılın sonlarında Alman göçmenleri ile Amerika'ya gitti. Hamburger etinden yapılan köftelerin ismi burada hamburger olarak yerleşti. Yani tarihin hiçbir safhasında hamburgerin içinde domuz eti olmadı. Gerisin geriye Türkiye'ye döndüğünde ise tarihinin atalarımıza dayandığını bilmeyenler geleneksel damak tadımıza uygun olmadığını ileri sürdüler.
Bu arada belirtelim ki, Birinci Dünya Svaşı sonrası ABD'de İngilizcede'ki Alman kökenli kelimeleri ayıklamak için yapılan çalışmada, hamburgerin ismi de "Salisbury Bifteği" olarak değiştirilmeye çalışıldı, ama tutmadı.

Termos Sıcaklığı Uzun Süre Nasıl Korunur ?

Pikniklerimiz ve uzun yolculuklarımızın vazgeçilmezleri arasındaki yerini alamn termoslar fiziksek bir kavramın sonucu ortaya çıkmıştır. Çalışma prensibinin insanlar tarafından bilinmediği bu aleti yazımızın detaylarında ele alacağız. Çalışma prensibinden bahsedeceğimiz bu aletin içerisinde bulundurduğu sistemin günlük hayatta başka alanlarda kullanımları ile ilgilide örnekler vereceğiz.
Termos yapısal anlamda metal ile çevrili bir şekilde dikkatlerimizi çekmektedir. Aslında metal bir malzemeden yapılmış olması onun içerisindeki maddenin ısısını korumasını gerektirmez. Ek olarak içerisinde bulundurduğu sistem sayesinde bu işlemi kolaylıkla gerçekleştirebilir. Bu sistem iki katman arasındaki havanın alınması ile mümkün olmaktadır. İki bölüm arasındaki hava tamamen alındıktan sonra termos ile dışarı arasındaki ısı alışverişi en aza indirilmiş olacaktır. Bu işlem sırasında üreticiler içerideki havayı ne kadar çok alırlarsa bu işlem yani termosun ısıyı korumasıda o kadar kolay olacaktır. İkinci bir etken ise yine aynı şekilde termosun içinde bulunan aynalardır. Bu aynalar sayesinde ısı enerjisi sürekli olarak yansır. Yansıma işlemi sonrasında ise sıcaklık içeride sonsuz yansıma gerçekleştirerek maddenin soğumasını engellemiş olmaktadır.
Günlük hayatta kış aylarında insanların kat kat giyinmesindeki amaçta budur. Bu sayede giysilerin arasında kalan hava ısı iletimini daha az bir seviyeye getirerek o bölgede bir yalıtım görevini üstlendirmektedir. Bu sayede kişilerin ısısını kaybetmesi oldukça güç bir hal alır.

Parmaklar Nasıl ve Neden Çıtlar ?

Bir çok kişi bu durum sonrasında bir rahatlama içine girer yine aynı şekilde bir çok kişide bu sesten oldukça rahatsız olur ve bulunduğu ortamı hemen terkeder. Bu durumun kemik sesi olduğunu sanan kişilerin bu sesten rahatsız olma gerekçeleri de budur. Peki bu seslerin çıkma nedeni nedir? Kişiler neden eklem yerlerini çıtlattıktan sonra bir rahatlama içine girer? Çıtlatnamın herhangi bir zararı varmıdır? Çıtlatma esnasında ne gibi değişiklikler meydana gelir? Meydana gelen değişikler bilimsel olarak nasıl açıklanabilir? Tüm bu soruların cevaplarını yazımızın devamında bulabilirsiniz.
Çıtlatma işlemini anlatarak sorularımıza cevap aramak en doğrusu olacaktır. Çıtlatma işlemi kişilerin eklem bölgelerinde yaptıkları hareket sonrası ortaya çıkan bir ses ve ardından gelen bir rahatlamadır. Bu işlem sırasında eklemler arasında bulunan sıvı ve diğer gazlar görev yapmaktadır. Bu gazlar eklemler arasında çalışam alanı bulamazlar bu işlem sonrasında ise işlem alanını genişletilmesi gerekir. Alanın genişlemesi için uygulanan çekme işlemi sonrasında arada bulunan gaz kaparcıkları patlar ve alan hızla genişler. Bu esnada çıkan seste bu gazların ortamda patlamasıdır. Patlama sonrasında sıvının çalışma alanı artarak eklemlerin rahatlaşmasına yol açılmış olmaktadır. Bu durum bilim insanları tarafından araştırılmış ve zararlı mı değil mi sorusuna herhangi bir cavep bulunamamıştır. Bazı bilim adamları bu konuda olumsuz fikir belirtmezken diğer bilim adamları ise eklemlerin bu işlemi sürekli yapılması sonucunda zarar görebileceği iddiasını ortaya atmışlardır.

Soğan Doğrarken Niçin Gözümüz Yaşarır ?

Soğan besleyici bir gıda olmasının yanı sıra müthiş bir aromatik özelliğe de sahiptir. Bu aromada içindeki kükürtlü maddelerin büyük etkisi vardır, ancak aroma tek başına kükürtlü maddelerden kaynaklanmamaktadır. Soğan ve sarmısakta sülfür ihtiva eden aminoasitlerin türevleri de vardır.
Bir soğanı kestiğinizde bunlardan 'S1 propenylcysteine-sulphoxide' adı verilen kısım çözülür ve gözlerimizi tahriş eden 'proponal-S oxit' adlı kısmı ortaya çıkar. Kimya ilminin karışık kelimeleri aklımızı karıştırmadan esasa geçersek, bu maddenin gözümüze değmesi ile bir çeşit hidroliz olur ve içinde eser miktarda bulunan sülfrik asit gözümüzü yakar ve yaşarmasına neden olur.
Bu bileşimler çok dengeli değillerdir. Örneğin çok düşük bir ısı işlemi sonucunda dahi tamamen yok olurlar. Bu nedenle de pişmiş soğanda hiç bulunmazlar ve göz yaşartamazlar. Soğan doğrarken gözlerinizin yaşarmaması için önerilen birçok önlem vardır.
Önce en ciddisini söyleyelim. Bazı aşçılar soğanı kesmeden önce ıslatmayı, keserken de ıslak tutmayı veya soğanı çeşmeden akan suyun altında kesmeyi öneriyorlar. Bir başka görüş ise soğan doğrarken ağızdan nefes almayı tavsiye ediyor. Bu görüşe göre gaz nefesimizle birlikte burnumuza girip gözümüze yaklaşmak yerine doğrudan ciğerlerimize girer ve çıkarmış. Bunu sağlamak için de dişlerimizin arasına bir metal kaşık koymak yeterliymiş.
Soğan doğrarken gözlerin yaşlanmasını önlemek için, dudaklar arasında bir limon dilimi, dişler arasında bir kesme şeker veya dörtte bir dilim ekmek bulundurmayı önerenler de var. Böylece ağzımıza alacağımız bu gibi şeylerin, aldığımız nefesteki sülfür gazını emdiğini iddia ediyorlar.
Diğer görüşler ise, soğanın doğranılmasına tepesinden başlanılması ve cücüğünün en sona bırakılması veya soğanın doğramadan önce yarım saat buzdolabında tutulması şeklinde. Soğan doğrarken deniz gözlüğü veya kontakt lens takılmasının faydalı olacağını ileri sürenler de var.

Çil Nasıl Oluşur ?

Çil konusunda yeterince bilgiye sahip olabilmek için ilk önce derinin yapısı ve deriye renk veren kimyasalların tam olarak anlaşılması gerekmektedir. Bunun nedeni ise kimyasalların bazı hareketleri sonucunda çillerin oluşması ve bu çillerin ortaya çıkması söz konusu olmaktadır. Bu davranış biçimini sırasında çiller daha da belirgin bir hal almaktadir.
Deriye renk veren kimyasallar daha önce çeşitli gruplara ayrılmış olsa da daha sonra bilim insanları tarafından tek bir isim altında toplanmıştır. Deriye renk veren yapının adı melanindir. Daha önceki yazılarımızda yine aynı şekilde bu yapı hakkında bahsetmiş ve sizlerin bu konu hakkında bilgi sahibi olmanızı sağlamıştık. Yapısında bulundurduğu kimyasallar sayesinde deriye açık sarı rengini veren bu yapı çevre koşullarının değişmesi sonucunda ise bir çok kez farklılaşma geçirebilmektedir. Bu farklılaşma sonrasında ise deri farklı renklere bürünebilmekte farklı hallerde karşımıza çıkabilmektedir.
Çiller ise tam bu noktada devreye girer. Bu işlemler sırasında ise güneş ışınları deri ile temasa geçer temas sonrasında melanin yapıları toplanır bir araya gelir. Bir araya gelme işlemi sonrasında ise turuncu veya kahverengi bir şekilde ortaya çıkan yapılar ise çillerdir. Yine aynı şekilde doğuştan çillerde oluşabilir. Bunun sebebi de yine aynı şekilde melanin kimyasalanın birleşerek daha koyu ve turuncu yapılar oluşturmasıdır. Bu durum sonrasında ise kimyasallar bir çok kez yapılaşma gerçekleşerek yerini sabitleyebilir.
                                                            

Uçaklar Nasıl Arkalarında Duman Bırakırlar ?

Çocukların gökyüzünde uçakları izledikten sonra en çok sordukları soruların başında bu gelmektedir. Uçak uçtuktan sonra arkasında bıraktığı duman ile sanki gökyüzünde uzun bir bulut oluşturmaktadır. Uçağın bu hareketi sonrasında oluşan bulutun nasıl ortaya çıktığı sorusu ise özellikle çocukları tarafından sürekli sorulmaktadır. Çocukların sormasının yanında büyüklerinde merak ettiği bu durumu yazımızın devamında ayrıntılarıyla ele alacağız.
Bir bulut gökyüzünde oluşması için yeryüzünden yükselen havanın sürekli olarak sıcaklığını korumasıyla mümkündür. Gökyüzüne çıkacak olan bu hava toz parçalarınında tutunması ile daha da görülür bir hal almaktadır. Bir çok kez yapılan araştırmada bu toz parçacıklarının diğer gezegenlerdende gelebileceği gerçeği gün yüzüne çıkmıştır.
Uçaklarda ise bu durum yine aynı şekilde gerçekleşmektedir. Yakıt yakarak uçan uçaklarda çıkan gaz yüksek bir sıcaklıkla gökyüzüyle buluşur. Bu buluşma sonrasında ise havanın soğuk olmasından gaz süblimleşme gösterir. Süblimleşme sonrasında ise daha ögrünür bir hal alan gaz sıvı bir hale geçmektedir. Bu durum sonrasında ise gökyüzünde uçağın arkasında sanki bir bulut oluşuyormuş havası ortaya çıkmaktadır. Daha sonra yavaş yavaş dağılan bu bulutlar gökyüzündeki görünürlüğünü kaybeder. Bu işlem sürekli olarak uçakların arkasında tekrar etmektedir. Bu işlemleri gökyüzünde uçan bir uçağın uçma esnası sırasında görmeniz mümkün olacaktır.

                                                              

Elektrik İnsanı Nasıl Çarpar ?

İnsan vücudu yapı olarak sanki içi su dolu bir kaba benzemektedir. Elektiriğin insanlara zarar vermesininde en önemli nedeni budur. Bu neden aslında insanların vücutlarının yapısal olarak elektiriği iletmesinden kaynaklanmaktadır. Elektrik eğer insan vücudunda ıslak bir bölgeyle temas ederse o zaman iletimi dah akolay olacağı için elektirik çarpma daha da zarar verir ve hızlı bir şekilde devam edecektir.
Deri insan vücudunu dış etkenlere karşı koruyan sanki içi su dolu kabın dışı gibi bir görevi de üstlenmektedir. Bu durumda deri bazen görevini tam olarak yerine getiremez. Bunun nedeni ise derinin tüm vücuıtta eşit kalınlığa sahip olmayışıdır. Bazı bölgelerde deri daha ince iken bazı bölgelerde deri oldukça kalın ve koruma amaçlı görevini yerine getirmektedir.
İşte derini daha az olduğu bu bölgelerden elektirik akımının geçmesi oldukça normaldir. Bu durum derinin oldukça ince olduğu bu ortamlardan geçmekte ve kan ile diğer sıvılarla temasını yapmaktadır. Aynı zamanda insan vücudu üzerindeki yaralar da elektirik akımının daha kolay zarar vermesine neden olmaktadır. Bu bölgede dirençsiz olan deri akımı kolayca içeriye aktarır aktarma sırasında yaranın çevresi de her geçen saniye daha da büyük bir hal almaktadır.
Elektirik insan vücuduyla buluşması anında da bir takım yaralar vücut yüzeyinde kendini gösterebilir. Bu durum yapılması gereken en önemli ayrıntı elektirik bir an önce vücuttan uzaklaştırılmasıdır.

                                                                   

Kum Saati

Kumsaatinin Ortaçağ’da, 1300‘lü yıllarda kullanılmaya başlandığı sanılmaktadır.
Kum saatleri içine kum doldurulmuş altı ve üstü geniş hazneli, tam ortası ince, eşit miktarda bir sıvının ya da çok ince taneli bir katının (genelde ismini aldığı ince kum kullanılır) bir delikten geçerken daima çift taraflıda aynı zaman aralığını göstermesi mantığı ile çalışan zaman ölçme aracıdır.
Akış hızının sabit olmayıp, işlemin toplam süresinin sabit oluşu bu saatlerin dezavantajıdır. Saatlerde kumun yanında, zaman zaman pudra haline getirilmiş yumurta kabuğu, civa ya da ince toz siyah mermer de kullanılmıştır. Kum saati, Avrupa’da ilk kez 8. yüzyılda bir papazın buluşuyla kullanılmaya başlanmıştır. Camcılık becerisi geliştikçe, kumun doldurulduğu ağız da eritilerek kapatılmış ve nemlenerek akışın zorlaşmaması sağlanmıştır.
16. yüzyıldan günümüze bu saatler sürekli zamanı ölçmek için değil, belirli bir sürenin başlangıcını ve bitişini göstermek için kullanılmıştır; kiliselerde dua süresi, gemilerde tayfaların nöbet süresi ya da gemilerin hızlarının belirlenmesi amacıyla da kullanılmıştır. Belirli sayıda kulaç aralıklarıyla düğüm atılmış ve ucuna bir kütük bağlanmış bir ip denize atılıyor ve bir gemici kum saatiyle belirli zaman dilimleri içinde kaç düğümün suya girdiğini sayıyordu. Eğer belirlenen sürede beş düğüm inmişse, geminin hızı beş deniz mili oluyordu. 19. yüzyıl sonuna kadar yelkenli gemilerde hız belirlemek için bu yöntem kullanılmıştır.  Günümüzde ise bir çok eğlence amaçlı oyunlarda süre olarak kullanılmaktadır.
Soğuk iklimlerde su saatine göre daha yaygın kullanımı olduğu halde, kum saati gün boyunca zaman ölçümü için çok uygun bir gereç değildi. Bunun için, ya çok büyük yapılması, ya da başında her an birinin beklemesi gerekiyordu. Bazı kum saatlerinde bulunan kadrandaki gösterge, saatin her başaşağı edilişinde bir saat ileri alınıyordu. Yine de, kum saati uzun bir dönem boyunca küçük zaman aralıklarının ölçülmesinde başarıyla kullanılmıştır.
                                                                                       

Çapaklanma Nedir? Nasıl Oluşur? Nasıl Önlenir ? ve Tedavi Yöntemleri

Gözlerimizin kenarlarına her gün uyandığımız da birşeyin biriktiğinin farkına varırız. Bu birşkme olayına ise çapaklanma ismini takmaktayız. Bazı yöreler de ve kültürlerde farklı olarak isimlendirilen bu birikinti aslında tüm insanların her gün karşılaştıkları ve alıştıkları artık hayatlarında sıradan hal alan bir durumdur.
Gün içinde yorulan bünye uykuya hasret bir şekilde geceyi tamamlamak ister. Bu istek sonucunda kendini uykuda bulan kişinin uykusunda vücudun da bir çok değişiklik meydana gelebilir. Bu değişikliklerin başında ise çapaklanma gelmektedir. Uyku sonrasın da ortaya çıkan bu durum aslında gece meydana gelen bir kaç olayın arka arkaya gelmesi ile ortaya çıkmaktadır. Kişiler bu durumun oldukça sıradan olduğunu düşünmesi ise bu sistemin aslında bu kadar basit olmadığını yapılan bilimsel açıklamalarla görmektedir.

Kişi uyku halindeyken göz kapakları kapanır bu durum sonrasın da ise göz ile havanın teması kesilmiş olmaktadır. İçeride kurumaya başlayan göz aslında yavaş yavaş işlerliğini yitirmeye doğru yol almaktadır. Bu durum sonrasında ise gözü kaybetme riski doğar buna karşılık vücudumuz ise göz çevresinde sürekli olarak gözyaşı salgılamaya devam eder. Gece bitip kişi uyanana kadar bu durum devam etmektedir. Bu durumun devamından sonra sürekli salgılanan sıvının bir alanda toplanması gerekmektedir. Toplanan sıvı göz kapaklarının kesişme noktasında birleşerek çapakları oluşturmaktadır. Bu birleşim aslında gözün korunması ve görevlerini yerine getirmesi için oldukça önemli bir olaylar zinciridir.

Çapaklanma İçin Modern Tıp Tedavileri:
Doktorlar akıntının giderilmesi için göz banyosunu tavsiye eder.

Doğal Sağlık Tedavileri:
Çapaklanma hiç geçmeden devam ediyorsa aşağıdaki tedaviler uygulanabilir: » Rüzgârgülü bitkisi gözde biriken çapakların tedavisinde kullanılabilir.
Homeopati alanında kullanılan “Hepar sulf.” adlı madde enfeksiyonların tedavisinde uygundur.
Göz otu bitkisi ezilerek pelte haline getirildiğinde ve soğutularak gözlere sürüldüğünde çapaklanmaya iyi gelir. Kaynamış suyun içine karıştırılan göz otu ile çapaklanan gözler yıkanabilir.
Papatya göz temizliği için kullanılabilir (Gözün kenarları ve gözün dış kı­sımları papatya suyu damlatılmış bir süngerle silinebilir) ve bu sayede en­feksiyon riski azaltılabilir.

Üniformalar Neden Haki Renginde ?

Askerler eğitim ve diğer hallerde genellikle haki renkli kumaşlardan yapılmış üniformaları giymektedir. Bu durumun nedenleri insanlar tarafından merak edilmiş  ve bazı meraklı kişiler tarafından sürekli olarak sorgulanmıştır. Yapılan araştırmalar bu durumun tarihten günümüze gelen bir farkındalığın sonucu olarak tarihe geçmiştir.
Birinci dünya savaşları öncesinde Hindistana çıkarma yapan İngiliz askerleri bu bölgede daha iyi korunmanın yollarını aramışlardır. Bu korunma yöntemlerinin başında ise askerlerin kamufile edilmesi gelmiştir. Kamufile işlemi sonrasında daha da gizli bir hal alması için özel renkler düşünen İngiliz yetkilileri doğayla bütünleşebilecek bir rengi tercih etmek istemişlerdir. Özellikle yeşil ve toprağın karıştığı bölgelerde yakın çatışmalara giren askerler bu bölge için en uygun renk olan haki rengi ile yeni üniformalarına kavuşmuşlardır. Bu üniformalar aslında o günden kalan günlüklerde başarısını daha ilk yıllardan kanıtlaımştır. Günlüklerde eski generaller haki renkli üniformalardan sonra saldırıların daha da kontrol edilebilir bir hal aldığını vurgulamışlardır.
Ülkemiz de ise 1. Dünya Savaşı ile başkayan bu tarz üniformalar günümüze kadar önemini korumuştur. Fakat yakın bir zamanda yapılan araştırmalar artık ülkemiz coğrafyasının haki rengiyle uyuşmadığı sonucunu çıkarmıştır. Daha toprağa yakın rekli üniformaların tercih edilmesi gündeme gelmiş ve bu değişiklik kabul edilerek askerlerin kullanması için üretime geçilmiştir. Son değişikliklerden sonra rengi açık kahverengiye yaklaşan üniformaların ileri de farklı bir renge veya tona dönüşmemesi için ise hiç bir neden yok.

Mısır'ın Bilinmeyen Geçmişi

Günümüzden 3750 yıl önce de Mısır'la ilgili bilgilere ulaşılmakta büyük zorluklar çekiliyordu... Çünkü Mısır'ın geçmişi çok daha ötelere uzanıyordu...

Mısır'ın geçmişi deyince birçoklarımızın aklına hemen Firavunlar devri gelir... Firavunlar arasında en fazla duyulanı ise kuşkusuz ki, Ramses'tir... Özellikle de Klâsik Tarihçiler'in en fazla üzerinde durdukları Mısır'ın geçmiş tarihi, işte bu dö­nemlerdir... Ancak bu tarihler, Mısır'ın çok yakın dönemleri­dir. Mısır'ın geçmi.şini sorgulamak istiyorsak, bu tarihlerin çok daha ötelerine uzanmamız gerekir...

Örneğin M.Ö. 1750'lerde yaşayan Kral Nefer-hetop'un dönemi bizim için oldukça eski bir tarihi ifade eder. Ve Klâsik Tarihçiler ancak bu tarihlere kadar geriye giderek, "Mısır Kültürü" ile ilgili bir takım çıkarımlarda bulunmaya çalışmışlardır. Ancak bu tarih Mısır'ın geçmişini kapsamaz. Mısır'ın geçmişi, bu tarihlerden çok daha eskilere dayanır. Bunu şöy­le bir örnekle daha açık anlatmaya çalışalım:

M.Ö. 1750'lerde yaşayan Kral Nefer-hetop Osiris'e tıpa tıp benzeyen bir heykel yaptırmaya karar verdiğinde, katiplerini araştırma yapmaları için Heliopolis Kütüphanesi'nin eski arşivlerine yollamıştı. Çünkü orijinalliğinden emin olacakları bir Osiris resmi arıyorlardı!... Yani günümüzden yaklaşık 3750 yıl önce...

Yine günümüzden yaklaşık 3150 yıl önce yaşamış IV. Ramses'in de Mısır'ın kökenleriyle ilgili benzer antik araştır­malar yaptırdığı bilinmektedir.

Evet... O dönemlerde de Mısır'ın geçmişi ve kökeni araştırılıyordu!...

Şunu söylemek istiyorum ki, bizim için hayli eski bir dö­nemi ifade eden bu tarihler bile, Mısır'ın geçmişi ile karşılaş­tırıldığında hiç bir şey ifade etmemektedir.

Antik Mısır Uygarlığı dendiğinde karşımıza çıkan tarih; bizleri istesek de, istemesek de çok daha gerilere götürür. Hem de binlerce değil en az 10-12 bin yıl öncelerine... Bu nedenle Kral Nefer-hetop kendi döneminde Mısır'ın geçmişi ile ilgili bir bilgiyi araştırırken, yaklaşık 7000 - 9000 yıl öncesiyle ilgili tarihi bilgilere ulaşmaya çalışmaktaydı. Gi­zemi binlerce yıl öncesine ait Osiris'e ait bir resim bulmaya çalışan Kral Nefer-hetop'dan bugüne gelinceye kadar geçen süre, Mısır'ın geçmişini daha da unutturmuş ve bizi 10.000 yı­lı aşkın bir zaman süreciyle karşı karşıya bırakmıştır. İşte bizim araştırdığımız "Antik Mısır Sırları"nın dayandığı geçmiş böylesine devasa bir süreçle ilgilidir.

Antik Bilgelik

Hakikat tüm eski toplumların mitolojilerinde ve dinleri­nin temelinde yer almaktadır. Ancak onu bulup oıtaya çıkart­mak hem çok zor, hem de çok kolaydır. Bu zorluk ya da kolaylığı belirleyen ise "Ezoterik Bilgiler"dir. Bu geçmişte de böyleydi, günümüzde de böyle... Bu püf noktasından haberdar olamayanlar ise, büyük bir panikle nehrin kıyısında, bir aşağı bir yukarı koşuşup dunnakta ancak bir türlü nehrin karşı kıyısına geçmeyi başaramamanın sıkıntı­sı içinde bocalamaktadır.

Mayalar'ın günümüzden binlerce yıl önce verdikleri kri­tik tarihe doğru hızla yaklaşılmakta ve hem fiziksel, hem de ruhsal değişimin sancıları artmaktadır. Önümüzde hayli önemli günler bulunmaktadır... Ezoterik Alfabe'nin getirdiği kolaylıktan yararlanarak, gelecek günle­re kendimizi daha kolay hazırlayabiliriz. Sadece gelecek gün­lere değil, içinde yaşadığımız günlere de ışık tutabilecek bu ''Ezoterik Lisan"ı bir an önce kavramakta büyük yarar vardır. Çünkü zorluk, "Ezoterik Alfabe"yi bilmeyenler için hâ­lâ dimdik karşılarında durmaktadır Ve şunu özellikle altını çi­zerek belirtmek istiyorum ki, Ezoterik Alfabe'yle konuşmayı ve anlaşmayı başaramadığımız müddetçe, ne antik devirlere ait dinlerin, ne de Semavi Dinler olarak isimlendirilen Orta­doğu'ya inen dinlerin gerçeği anlaşılamaz. Günümüz dini inançlarının temel prensipleri ve dinlerin gerçeği ancak ve ancak Ezoterik Alfabe ile bir anlam kazanabilir.

Bu böyle olmasaydı, sorarım sizlere; o zaman Tasavvufi Çalışmalar ortaya çıkar mıydı? Neden Tasavvuf vardı? Eğer her şey göründüğü gibi idiyse, görünen neden insanlara yet­medi de, görünenin ardındaki görünmeyen Ezoterik Prensip­lere ulaşılmaya çalışıldı. Tabii şunu da söylemek gerekir ki, bu ihtiyaç o devirde de bu devirde de, herkese ait bir ihtiyaç değildi. Çünkü görünenle yetinenler, her şeyi görünenden ibaret zannettiği için onlara her şey o kadar basitti ki!...

Evet... Onlar için her şey görünenden ibaretti. Ama her şeyin bu kadar basit olmadığını farkedenler, tarihin her döne­minde çıkmış ve o büyük ''Ezoterik Bilgelik Zincirleri"nin halkalarına katılmaya gayret etmişlerdir. Bu zincire katılma gayretleri de tüm inisiyatik çalışmaların temellerini oluştur­muştur.

Cevap Geçmişte mi Gizli?...

Ezoterik Alfabe'nin izleri tarihin çok eski dönemlerine kadar uzanmaktadır, işte bu nedenle eskinin anısını günümüz anlayışıyla ele almaya çalışıyoruz. Ancak günümüzün değişen fiziksel, ruhsal ve kozmik şartları gereği artık eski dönemlerde olduğu gibi özel olarak oluşturulan çalışma merkezleri ile gerçekleştirilen eğitim sis­temi, yerini bireysel tnisiyasyona devretmiş bulunmaktadır. Bu nedenle de artık bu tür merkezler bulunmamaktadır. Mer­kez artık her bir bireyin gönlünde oluşmaya başlamış ve bu merkezlerin sayısı da her geçen gün katlanarak artmaktadır. Bizim burada sizlere eskiyi hatırlatmaktan maksadımız, geleceği daha kapsamlı olarak yorumlayabilmek içindir. Geç­miş dönemlerdeki inisiyatik çalışmalarda insanlara aktarılan sırları gün ışığına çıkartmak, gelecekte bizlere çok büyük ko­laylıklar sağlayacaktır.

Şunu asla unutmayın ki, bu sırlara gelecekte de çok ihtiyacımız olacak. Değişen sadece bu sırların aktarılış şek­lidir. Sırlar geçmişte neyse bugün de aynıdır. Gelecekte orta­ya çıkacak sırların kökenleri de yine o eski hatıraların arasın­da saklıdır. Yani aynen bir zamanlar İsa Peygamber'in dediği şu söz­lerde olduğu gibi:

Şakirtleri isa'ya dediler;

Sonumuz nasıl olacak söyle bize?

Isa dedi:

Sonu aradığınıza göre
başlangıcın perdesini mi açtınız?
Çünkü başlangıç nerede ise,
son orada olacak.
Mesut o kimsedir ki başlangıçta duracak
ve sonu bilecek
ve ölümü tatmayacak.

Kuşkusuz ki bu sözlerin altında yalan sırrı ortaya koyabil­mek için birçok bilgiyi bir araya getirmek gerekir. Biz şu an­da bu gizli sözlerin ayrıntılı yorumuna girmeyelim ama şunu da unutmayalım ki, geçmişin ezoterik bilgileri olmaksızın geleceğin ezoterik bilgilerini anlayabilmek oldukça zor olacak­tır.

"Eskilerin bizim şu an bilmediğimiz bazı sırlara vakıf olduklarını kabul etmek zorundayız." diyen Einstein'ı da burada bir kez daha anarak, ''Antik Mısır Sırları"nın derinliklerine doğru ellerimizi uzatmaya başlayalım...

Sırlar Dünyası'na Yolculuk...

Bir zamanlar Ezoterik Kültür'ün en önde gelen kalelerin­den biri oan Antik Mısır, Dünya Coğrafyası'nın en gizemli köşelerinden biridir. Dünya Tarihi'nin en gizli kalmış sırları da buradadır.

Burada yaşananlar, sadece Dünya Tarihi'nin değil, Din­ler Tarihi'nin de en büyük sırlarını oluşturur... Bir zamanlar "Sırlar Dünyası"na bu kapıdan girilirdi. Az sonra biz de öyle yapacağız ve Mısır Mabetleri'nin içine gire­rek, sırlar dünyasının kapısını hep birlikte aralamaya çalışaca­ğız... Ancak bundan önce, Mısır'ın Bilinmeyen Tarihi'ni kısa­ca ele alacağız...